Ölüm üzerine düşünmek istediğimiz en son şey! Freud, ölüme karşı dürüst olmadığımızı öne sürer. Dışarıda ölümün kaçınılmazlığını kabullensek de iç dünyamızda hiçbir zaman ölmeyeceğimizi varsayarak yaşarız.

Aynı nedenle ölüme bilerek gidenler, kalanlar arasında karışık duygular yaratır. Düşünmek bile istemediğimiz ölüme, bir başkasının kendi inisiyatifiyle gitmesini düşünemez hale geliriz.

Ancak her ölüme yönelişin aynı nedenlere dayanmadığını biliyoruz. Eğer intihar eylemi, eylemi yapanın topluma yönelik bir suçlaması olarak değerlendirilecek olursa, toplumsal entegrasyon sorunlarından kaynaklanan egostik intiharı, ya da toplumsal kuralsızlığın yol açtığı anomik intiharı savuşturmak görece kolaydır. Sorun, büyük ölçüde bu yolu tutanın psişik dünyasına indirgenip, fatura yaşamına son verene kesilir.

Öte yandan, elcil (alturistik) intiharlarla baş etmek kolay değildir. Bu mecrada birey, toplumdan ya da referans grubundan koptuğu için değil, aşırı bağlı olduğu için yaşamına son verir. Yaşamına son vermek, bir toplumsal görevi yerine getirmek içindir.

Ebru Timtik, açlık grevi ile başlayan bir sürecin sonunda yaşamını yitirdi. Bir avukat olarak cezaevinde bulunduğu sırada giriştiği eylemin merkezinde, hukuka bağlı kimsenin reddedemeyeceği ve bugün Türkiye’de sorun olarak gördüğü adil yargılanma talebi vardı. Bu elcil eylem (intihar değil) siyasi otoritenin ve toplumun gözleri önünde zamana yayıldı ve ölümle sonuçlandı.

Ebru Timtik, herkesi farklı biçimde yetersiz ve suçlu hissettirecek bir eylem gerçekleştirdi. Yetersizliğin nedeni çok açık; ortaya konulan talep ne kadar toplumsalsa, ödeme biçimi de bir o kadar bireysel oldu ve düşünmeyi bile beceremediğimiz ölümle sonuçlandı. Siyasi otoriteyi haklı çıkarma telaşına düşen hakaret içeren değerlendirmeler bile dikkatli bakıldığında, derin bir aşağılanmışlık hissinden kaynaklanmıyor mu?

Bizi nasıl hissettirirse hissettirsin Ebru Timtik’in eylemi, onun durduğu yerden elcil bir eylem oldu. Ancak trajik biçimde sonuçlanan bu eylemi, toplum ve siyasal aktörler açısından aynı yere yerleştirmenin siyasi ve ahlaki olarak doğru olmadığı kanısındayım. Bu eylemin katılsak da katılmasak da hepimiz adına yapıldığını düşünüp, sorumluluğu bütünüyle iktidara yükleyip, kaçamayacağımız bir durumla karşı karşıyayız.

Bu nedenle üç farklı intihar türünü tanımlayan Durkheim’in, dip notlarda kalan bir dördüncü olarak gösterdiği fatalistik intihar biçimine dikkat çekmek istiyorum. Otoritenin, özneyi çaresiz bıraktığı, seçeneksiz bir yaşamın dayatıldığı durumlarda, bireyin bu seçeneksizlik ve çaresizliğe yaşamına son vererek karşılık verdiği bir durumdur söz konusu olan!

Bu çerçeveden bakıldığında, fatalistik intihara doğrudan uyan 20 gün boyunca tecavüze uğradıktan sonra başvurularından sonuç alamadığı noktada çaresizlik içinde canına kıyan İpek Er’in eylemidir. Ebru Timtik, seçeneksiz bırakıldığı noktada, bu seçeneksizliği kabul etmeyen ve kendi durumu ötesinde bir talepte bulundu; talebi kabul görmedi, siyasi bir kararla ve elcil bir duruşla ölümü seçti.

Öyleyse siyasi ve toplumsal aktörler Ebru’nun ölümü sonrası niçin bu derece huzursuz? Çünkü derinden biliyoruz ki, Ebru Timtik’in eylemine olmasa da toplumsal ve siyasal alana damgasını vuran fatalistik bir durum var. Muhalefet konumunu işgal edenlerin büyük bölümü, seçeneksizliğe ve kaderciliğe teslim olmuş bir resim veriyor; alternatif üretmek yerine iktidarı ürkütmemek yeğleniyor.

Ebru Timtik, İpek Er’in avukatlığını yapıyor olabilirdi! Tam da böylesi bir olasılık bulunmadığı için bugün aramızda değiller.

Durumda, kaderciliğe tuğla koyan herkesin vebali var ve bazılarının huzursuzluğu bu vebalden kaynaklanıyor!