Ölümden kaçan insanların ölümü göze alarak kaçtığı ülke: Türkiye

Halep. Kesintisiz yerleşim yeri olan dünyanın en eski şehirlerinden. Mazisi MÖ 5-6 binlere kadar uzanıyor. Paris’ten çok önce yemek başkenti olan Halep, tam bir ehlikeyif diyarı. Harikulade memleket. Cânım Halep.

Bu kadar Türkmen’in yaşadığı Halep’te Türkiye Türkçesini en güzel kim konuşur dersiniz? Tabii ki Ermeniler. Hepsi Türkiyeli. Hepsi o “gurur” dolu Türklük inşaatı sırasında kovulmuş. Bir akşam Halep’te çilingirde tanıştığım hediyelik eşya dükkanı olan Malatyalı Ermeni arkadaşım demişti: “Sizinkiler bayılıyor Türkiye’ye mozaik demeye. Yalan. Türkiye Türklerindir. Mozaik burası. Bak, şu benim dükkan. Burasının sahibi Kürt. Yan dükkan Arap. Herkes kendi dilini konuşur, yazar, barış içinde yaşar.”

Maalesef gördük o barışı. O güzelim Halep bir hiç uğruna delik deşik oldu. Şimdilik seçenekler kırk katır ve kırk satır. Herkeste bir “bu musibet gidip başkası gelecek” tedirginliği.

Bir ne uğruna bütün bunlar? Din değil. Zaten aynı dinden hepsi. Hani “bilmemne semti, okulu, şehri” ruhu diye başlayan o tuz ruhu var ya, onun geldiği ileri nokta bu. Rumları Ermenileri buralardan kovmakla zerre kadar farkı yok Halep’i bilmemne için delik deşik etmenin. O bilmemne ne olabilir ki? Ne uğruna olabilir?

Buraya kadar olan kısmı yine bu köşeye iki sene önce “Rakı birleştirirse ecel ayırır” başlıklı yazımda yazmıştım. Geçen iki senede herşey daha da kötü oldu… Bu yazıyı yazdığım zamanlarda gelenlerin ciddi bir bölümünün hedef ülkesi Türkiye idi. Artık değil. Artık Türkiye bir transit ülke. Akın akın gitmeye çalışıyor gelenler.

Peki ne oldu da böyle oldu? Hem de Türkiye başka pek çok ülkeyle karşılaştırılamayacak şekilde kapılarını cömertçe açmışken. Maalesef pek çok olayda olduğu gibi burada da kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkardı kahraman devletimiz, milletimiz.

Birikim’den Kemal Vural Tarlan’ın “Neden Gidiyorlar?” isimli yazısına bağlanıyoruz: “Çaresizlikten yollara düşen; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar o günler de kendilerini en yakın sınırdan dışarı atmışlardı. Türkiye’ye de geldiler. Devletimiz bu insanların “uluslararası koruma statülerinden” yararlanmamaları için bekleme odasına aldı. Daha sonra bu durumu çıkardığı “Geçici Koruma Yönetmeliğiyle” de yasallaştırdı. Bu yönetmenlikle, geçici korunmaya alınan yabancıların, eğitim, sağlık, iş, barınma gibi ihtiyaçları ile ilgili tanımlamalar yapılırken, bu insanların; Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununa göre belirlenen uluslararası koruma statülerinden herhangi birini doğrudan elde etmiş sayılmayacağı, özellikle vurgulandı.”

Muntazaman kayıt dışı, kenarda bırakıldılar. En şanslıları bile bu dört yıl boyunca eğitim, sağlık ve sair sıradan hizmetlerden ya hiç yararlanamadılar yahut kısmen yararlandılar. Ülkesinde orta sınıf olan bu insanlar birdenbire kendilerini ucuz emek olarak buluverdiler. Başlangıçta bir miktar bulunan misafirperverlik sür’atle sığıntılık muamelesine döndü. Sık sık şiddete varan yabancı düşmanlığının boyutlarını görmek istiyorsanız sokakta iki tur atıp civara kulak misafiri olun. Tiksinti ve ürküntüye yol açacak hakaretlere ve nefret suçunun bin bir türlüsüne şahit olmak için biraz sosyal medyada dolaşmak kafi.

Geldiğimiz noktada “Suriyeliler” kelimesi artık eskiden anlattığı şeyi anlatmıyor. Artık ağıza alınmaz terbiyesizlikleri tarif için kullanılıyor Suriyeliler kelimesi. Ayol buralar ne güzeldi, bak Suriyeliler geldi.

Peki bu gelen insanlar sığınmacılar, sonradan gelmeler de burada yaşayanlar kimler allasen?

İltica sığınma demek. Mülteci de doğal olarak sığınan yani sığınmacı anlamına geliyor. Şöyle çekilip bir geri bakalım. İstanbul’un yerleşiklerinin kaç tanesi İstanbullu? Neredeyse hiç. Hatta Adalar’da Tatavla’da filan has İstanbullu Rumlara Türkçe konuşmadığı için “Hello” diyen garsonlar bulunur. Bu yüzyılın başlarında yarısından çoğu gayrı müslüm olan bir şehirden bahsediyoruz. En azından yarısından çoğu kovalanmış. Kalanı da göç almış. Neden hicret etmiş gelenler? Bir çeşit sığınmak için değil mi?

Ya Ankara? Üçte biri Ermeniymiş. Neredeler onlar? Gelenler kimler? Niye gelmişler?

Civarınıza bir bakın. Bulgar göçmeni, Arnavut göçmeni… Sık kullanılan adıyla muhacirler.

Kendi geçmişinizi kurcalayın, neler neler çıkar.

Türkiye’nin büyük bir bölümü bulunduğu yere bir yerden bir yere göçmüş, başka bir deyişle “sığınmış” insanlardan oluşuyor. Üstelik pek çoğu “Suriyeliler”den daha az geçerli sebeplerle hicret etmişler. Düz mantıkla bakıldığında savaştan kaçanlara bu kadar kötü davranılan bir yerde sadece “taşı toprağı altın” diye göçene aynı muamele yapılsa eyvah eyvah...

Velhasıl bu gururlu, mütevazı “Suriyelilere” kapımızı açıp kucağımızı açamadığımız için yuh olsun bize. Evlerin çoğunun boş olduğu sahil şeritlerinde dahi yatacak yer gösteremediğimiz için, TEM kıyısından yürüyenleri arabalarla taşıyamadığımız için, “kokuyor” diye otobüslere alınmamalarına izin verdiğimiz için, aç bıraktığımız için, üç lokma yemek yedikleri zaman gözlerimizi kısarak bakıp “her şeyleri de var ayol” diyebildiğimiz için, kaçanlara can yeleği dağıtamadığımız hatta utanmadan ihbar ettiğimiz için, ölmeleri için bütün ortamı hazır edip, bütün fenalıklara sebep olup ya da bütün bunlara sessiz kalıp sonra da kıyıya vurmuş çocuklarının fotoğraflarını hüngürdeyerek paylaştığımız için yuh olsun bize.

Burayı ölümden kaçan insanların ölümü göze alarak kaçtığı ülke haline getirdiğimiz için yazıklar olsun bize.