Öyleyse sosyalizm, kapitalizmin kendi içsel sınırlılıkları ve zorunlulukları nedeniyle karşı karşıya olduğumuz ölüme karşı yaşam tercihiyle yüz yüze kalan insanlığın tek gerçek seçeneğidir

Ölüme karşı yaşam

MAHİR ULUTAŞ

Kapitalizm bugün insanlık için üç farklı açıdan ölümcül bir tehdit oluşturmakta. Öncelikle sistem artık yeni iş üretmekten yoksun. Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’nın yoksul ülkelerinde bir milyarın üzerinde insan, küreselleşmiş üretimin ihtiyaç duymayacağı şekilde günübirlik ve marjinal işlerde çalışmakta, temiz su ve gıdaya erişemez durumda. Otomasyon ve Yapay Zeka uygulamalarının üretimde yoğunluklu olarak kullanılmaya başlanmasıyla küreselleşmiş üretim canlı emeğe daha az ihtiyaç duymakta ancak diğer yandan artı-değerin tek kaynağı olan canlı emeğin üretim sürecinden çıkmasıyla aynı zamanda içsel bir kriz içinde.

İkinci olarak fosil yakıtlara dayalı enerji üretimine bağımlı olan sistem, küresel ısınma ve büyük bir iklim krizi yaratıyor. Bu da dünya üzerindeki yaşamı toptan tehdit eden pek çok şeyin yanında sıtma, deng humması vb. hastalıkların tekrar hortlamasına ve ana taşıyıcı vektörlerinin dünyanın pek çok bölgesine yayılmasına neden olacak koşulları oluşturuyor.

"KAPİTALİZM KÜRESEL SALGINLARI DOĞRUDAN ÜRETİYOR"

Son olaraksa kapitalizm Covid-19 krizi gibi global salgınları doğrudan üretiyor. İçinde yaşadığımız dönemi salgınlar dönemi olarak adlandırmak yanlış olmaz. Emperyalist kapitalizm, insanlar ve vahşi hayvan popülasyonları arasındaki doğal ve sosyal sınırları, endüstriyel tarım ve hayvancılık gibi küresel şirketlerin kontrolündeki uygulamalarla, tahrip ederek hayvan orijinli virüslerin hızlı bir şekilde insanlığa etki edecek şekilde mutasyona uğramalarını sağlıyor.

Konu üzerine pek çok değerli çalışması olan Marksist biyolog Rob Wallace vd. (1) küresel sermaye çevrimlerinin, sermayenin monokültür üretim vasıtasıyla bölgesel çevre kompleksitesini yıkıma uğratmak suretiyle virülant patojen popülasyonunun artışını sürdürmeye yol açmasının, belli bölgelerde endemik virüslerin çevre-kentlerin (periurban) bu bölgelere doğru genişlemesini koşullayan sosyo-ekonomik şartların zorlamasıyla evcil hayvanlar ve insanlarla doğrudan temas edebilecek duruma gelmesinin, ekosistemlerin gerçek zamanlı bir koruma sağlayan doğal seçilim “servislerinin” ortadan kaldırılmasının hesaba katıldığı bir neo-liberal salgın hastalık teorisi öneriyorlar.

Dahası bugün küresel kapitalizm bu salgınla mücadele edecek motivasyondan da yoksun. Modern salgın hastalık kuramının ortaya çıktığı döneme baktığımızda, küresel kapitalizmin özellikle uluslararası ticaretin yapılmakta olduğu limanlarda çalışan işçilerin ve sömürge bölgelerindeki kölelerin ve çalışanların salgın hastalıklara maruz kalmalarını engelleyecek hastalık tespit ve erken tanı sistemlerine ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Sosyalist sistemin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin de zorlamasıyla hastalık yapıcı patojenlerin tespiti ve tüm dünyada yaygın aşılama uygulamaları ile dünyanın pek çok bölgesinde salgın hastalıklar kontrol altına alınmaya başlanmıştı.

Ancak bugün durum farklı; öncelikle sosyalist sistem dağılmış, dahası tüm sağlık sistemi özelleşmiş ve büyük ilaç tekelleri de aşı vb. halk sağlığı uygulamalarını karlı bir alan olarak görmedikleri için bu alanlara yatırım yapmaz durumda.

"SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI TEORİLERİNİN HAVADA UÇUŞUYOR OLMASI TESADÜF DEĞİL"

Bütün bunların yanında vurgulanması gereken iki temel nokta daha var: Birincisi yukarıda da ifade edildiği gibi emperyalist kapitalist sistem, geldiği yoğunlaşma düzeyinde sürekli artık-nüfus üretiyor ve bu büyük insan kitlesini ne yapacağını bilemez durumda. Bu salgın aynı zamanda, sistemin kendisini tehdit etmeyecek noktada kalmak şartıyla, bir nüfus kontrolü işlevi de görecektir. Bütün sürü bağışıklığı ve Malthusçu nüfus kontrol teorilerinin havada uçuşuyor olması tesadüf değil.

Diğer yandan modern kapitalist toplum kendisinin mikrobiyal dünyadan ve temel biyolojik gerçeklerden kökten ayrı olduğu yanılsaması ve doğayı tek yanlı pasif bir madde olarak algılama körlüğü ile malûldür. Egemen halk sağlığı paradigması, “sosyal ilişkilerde, nüfusta, tüketilen gıda çeşitlerinde ve kullanılan toprakta büyük çaplı değişikliklerin olduğu durumlarda hastalıkların gelip gittiğini, doğa ile ilişkimizi değiştirdiğimizde, aynı zamanda epidemiyolojimizi ve enfeksiyon ihtimalini de değiştirdiğimizi” [R. Levins]( 2) idrak edememiş durumda.

Oysa insanlık farklı öz-örgütlenme düzeneklerine ve farklı hızlara/non-lineer dinamiklere sahip, birbiriyle etkileşim içindeki jeolojik, biyo-kimyasal, ekolojik ve dilsel-kültürel “güç alanlarından” oluşan bir kozmos sistemi ile iç içe geçmiş haldedir. Bazı dönemlerde etkileşim halindeki bu güç alanları birbirine sürtünür ve sürekliliği sekteye uğratacak “olay”lar meydana gelir.

Depremler, ekolojik krizler, türlerin yok olması, salgın hastalıklar vb. “olaylar”, sebebi insan eylemleri olsa da olmasa da, insan toplumlarını etkiler ve maddesel dünyanın “sert çekirdeği”nin kendini gösterdiği şok ve kriz anları ortaya çıkar.

Kapitalizmin “saf mantığı” diyebileceğimiz neo-liberalizm, pek çok şeyin yanında, temelde bu farklı güç alanlarının sistematik olarak unutulmasına ve hemen her şeyin “sermaye makinesinin” hizmetine sunulmasına dayanan bir amnezi ve delilik rejimidir.

"SOSYALİZM İNSANLIĞIN TEK GERÇEK SEÇENEĞİDİR"

Maddesel dünyanın sert çekirdeği ile her karşılaşmada bu makinenin teklemesi zorunludur. Tarihsel deneyimimizden iyi biliyoruz ki, sistemin teklemesine egemenlerin çözümü her daim savaşlar, göçler, toplu katliamlar ve kitlesel kıyım olmuştur.

Öyleyse sosyalizm, kapitalizmin kendi içsel sınırlılıkları ve zorunlulukları nedeniyle karşı karşıya olduğumuz ölüme karşı yaşam tercihiyle yüz yüze kalan insanlığın tek gerçek seçeneğidir.