Doğu’da yas ve ağıt deyince akla gelen kadınlar için, “Biz sanırım duvar diplerinde gizli gizli değil de açıktan ağladığımız gün iktidarsız bir dünyanın önünü açmış oluruz. İktidarsız bir dünya, savaşsız, ölümsüz ve ağıtsız bir dünyadır” diyor Çetinkaya

Ölümsüz, ağıtsız bir dünya için erkek açıktan ağlamalı

ŞEREF BİLSEL

Şair Mazlum Çetinkaya yeni kitabı Dağ Suskunluğu’nu İzan Yayınları etiketiyle yayımladı. Şairin beşinci kitabı olan Dağ Suskunluğu, önümüzgen gelip geçen göç dalgasını, hüzünleri, acıları, heyecanları birçok farklı şekilde okuruna yansıtıyor. Çetinkaya ile kitabı üzerine konuştuk.

Beşinci kitabınız "Dağ Suskunluğu" adından başlayalım: Şiirimizde 'Dağ' ı odağına alan başka kitaplar da yayımlandı, neden 'bozkır' değil de 'dağ'?

Birçok yanıtı var bu sorunuzun ama bana göre, bozkır daha çok ılıman ve kuraklığın ifadesi gibi geliyor bana, ki şiirdeki karşılığı da öyle gibi. Dağ daha yaşamsal bir gerçeğe sahip benim hikâyemde.

Dağ bir kere daha diri, daha canlı, daha söz alıcı ve söz verici gibi.

Bozkır denilince düğmelerimi iliklemişim gibi hissediyorum, dağ daha çıplaktır, serttir ve dağın daha kurtarıcı, daha sarmalayan yanları vardır.

Yaşlı dedelerimiz hikâyelerini anlatırdı dağların. Dağların ve ağaçların ki özellikle de meşe hikâyelerini çok dinledim. Ben Alevi ve Kürt bir coğrafyanın çocuğuyum, öteki olan bir coğrafyanın ve öteki olan bir inancın… Köyümüz yüz yıl önce yakılmış hem de birkaç yıl arayla iki defa, dedelerimiz anlatırlardı, bu yakılmalardan sonra sığındıkları yerler dağların arka yüzü ve mağaralarmış, aylarca meşe palamutları ile beslenmişler. Bizim kültürde “meşe” ayrıcalıklıdır, hata biraz da kutsanır ve korunur. Bu ayrıcalık ve koruma “orman yasası”ndan yıllarca önce vardır.

Aradan yıllar geçti, dağ hâlâ dağlığından bir şey kaybetmedi. Aşkın, ölümün, ayrılığın, gitmelerin, bekleyişlerin ve anne seslenişlerinin yurdu gibi… yine aradan yıllar geçti doksanlı yıllar, köylerimiz yine yakıldı bu defa dağlar değil ama kentlerimiz zorunlu göç yurdu oldu. Eskiden dağlara sığınanlar şimdi de kentlerin tuzak dolu yalnızlığına sığındılar. Bir parça ekmeği varsa da onu kaybettiler, kentlerde palamut yok çünkü, kentlerde acı var. Her göç bir acı, her acı başka başka acıların, yoksullukların, yalnızlıkların, intiharların sonucu olmaya başladı ve harika bir Türkiye ortaya çıktı.

Aynı acıları son birkaç yılda bu defa kapı komşumuz Suriye halkları yaşıyor göç yoluyla. Göç yolu da yolculuğu da çok zordur.

Son dönem de, şiirimin de içinde geçen “dağ”, benim coğrafyamda hem göç yolu oldu hem de bir sığınak.

Bir diğeri de ki şiirimi besleyen asıl şey, annemin yılarca avuçlarını tam da dış kapımızın karşısındaki dağa ve arkasından doğacak güneşe bakarak dua edişi, ahları, serzenişleri, “kendinden kopan bir parça”yı bekleyişi… Bu bekleyişi çok sonradan fark ettim, ki her dağın karşısında bir anne var, her dağın ardında da bir ölüm. Sonra o parçamızın hapishane bekleyişi, o bekleyişi bir umuda dönüştürüp annemin dağa avuç açışı… bu bekleyişler ve bu bekleyişlerin hep hüsranla sonuçlanışı bu şiirlere yol açtı, ismi de buradan çıktı kitabın.

  • Sizin kitabınız Dağ'ı sadece bir mekân olarak kullanmıyor, aşka, ayrılığa da söz veriyor dağ üzerinden ve lirik olanı ıskalamıyor. Bu bilinçli bir tercih mi, aşkı gözden çıkarmamak?

Dağ ne sadece bir mekân ne de okul duvarlarında asılı bir haritanın sağ alt köşesindeki lejant.

Harita bilgim çok güçlü olmasa da, şu “kadastro harita mühendisliği”ni hiç sevmedim. Durmadan bize “kuşbakışı” bir yurt çizerler. Oysa ben annemin “insanbakışı” yurdunu hep hayal ettim. Bu yüzden dağ’ı mekân olmaktan çok aşka, ayrılığa, ölüme ve sevmeye söz verilmişlik olarak gördüm, dokudum, dokumaya çalıştım.

Aşkı gözden çıkardığım an yaşamak umudumu da gözden çıkarmış olurum. Bütün beklemelerim, ütopyalarım, umutlarım kötü sonla biten bir film gibi olur. O zaman da sanırım bir otelin tavanında kendimi hayal ederim. Bunun için de daha erken diyorum.

İşte yine yukarıda anlattığım aynı dönemlerde annem bir parçasını Dersim’de ararken, ben de onlarca arkadaşımı, sevgiyle andığım gazeteci Evrim Alataş’ın Her dağın Gölgesi Denize Susar kitabında da anlattığı, onlarca gencin Bezer Dağı’nda yitirdim. Hepsi bir tuzakla oraya götürülmüş ve sonra da imha edilmişlerdi!

Bunun gibi yakın tarihte onlarca yaşanmış hikâye gördüm, duydum, dinledim. Sanırım karanlık bir dönemin tanıklığıdır kitabımdaki dağ ve anne. Bundan koparamayacağım bir tercihtir benim açımdan aşk da.

Bütün bunlara rağmen dönem dönem kopsam da yaşamak ve umut aşkı hep tercih nedeni sayıldı bende.

  • Bir önceki kitabınız "Repesa" şiirimizde yer alan kadın öznelere (Müjgan, Leyla, Lavinia, Suna, Ayten vbg) yeni bir isim eklemişti. Bir kişiyi muhatap alıp, o kişide toplumla konuşan bir tavrınız var şiirde. Ne dersiniz bu konuda?

Dediğim gibi bazen kopmalar yaşadım, topluma konuşamadığım kopmalardı onlar, yalnızlığın biraz ötesinde şeylerdi. Bu kopmaları yoğunluklu yaşadığım ki son beş yıllık bir dönemdi, işte bu dönemde Repesa, toplumla beni konuşturan uzun saçlı dizem oldu. Meslekten KHK ile ihraç edilirken özellikle o günlerimin ve sonrasının sıcaklığı oldu hep tam da kaygılarımın arttığı en zor dönemlerimde.

Herhangi bir kadın değildi o, ki o yüzden toplumla konuşmamın anahtarı, ana taşıyıcı gibi (biz hizan” deriz) biraz da kolon diyeceğimiz kadar ayakta tuttu ve aracı oldu sözle aramda.

Herhangi biri, bir kadın veya bir erkek şiire anahtar olabilir. Ama herkes güçlü yalnızlıklar, güçlü kahkahalar, güçlü umutlar, güçlü ağlamaklar taşıyamaz. Repesa bunları taşıyan bir kadın, her kadın bunları taşıyamaz. Bu ismini saydıklarınız da mutlaka güçlüdür, ki tanımam çoğunu, ama Repesa ayakta durmakla beraber ayakta da tutan bir özelliği vardı. Bu yüzden toplumla beni yüz göz etmeden konuşmamı sağladı, sağ olsun aşk ve aşka sebep olanlar.

  • "bir alt yazı gibi şu hayat. akıp giden tekrarların toplamı" demişliğinizi de işe katarak soruyorum: Gelecekten ziyade geçmiş, geçmişin bilgisi söz alıyor yazdıklarınızda. Şiirden bakınca 'geçmiş' ne ifade ediyor sizin için?

İnsan, dünden bu yana geçmiş olan ve hayatımızda yer alan gerçek ile yarından sonra muhtemel olabileceklerin yani ütopyaların toplamıdır biraz da.

Zaman olarak geride yer almış, geride kalmış tüm miş ve mış’lar, geçmiş günler, geçmiş olaylar kişiliği oluşturur. Yarınlar da bu kişiliği değiştirebilir ama kendini tekrar da edebilir hele bu zorlu dönemde, her şeyin tüketmek üzerine kurgulandığı, inançların, değerlerin, aşkların tüketmek üzerine kurulduğu, kurulmaya çalışıldığı bu dönemde…

Aşk ve inanç insanı bu tekrardan kurtaran en büyük silahtır. Geçmişe saplandığım, çıkamadığım günlerim olmadı dersem yalan olur ancak şiirde geçmiş birazda bugün “toplumcu susuş”a bir itirazdır aslında. Yoksa uyduruk da olsa bir tarih var geçmişi taşımakla görevli, şiir bunu taşımanın ötesinde yüzümüze vuruyor. Bu yüze vurmayı tarih yapmaz şiir yapar. Şiir kurumsal bir şey değil, bakanlık birimleri yoktur, genel müdürlükleri, meclis komisyonları da… Zaten merhametin, sevginin, aşkın birimleri filan da olmaz, iyi ki de yok, iyi ki de şiir var.

  • Ve kadınlar karşılıyor bizleri, oğlunu kızını kaybetmiş, yasla çevrilmiş kadınlar. Doğu'da yas, ağıt deyince neden kadın akla geliyor?

Keşke böyle bu gerçekle aklımıza gelmeseydi Doğu. İlk sorunuzda birkaç hikâyeden örnekle anlattığım gibi, sanırım duygunun anayurdu “Doğu”, hüznün anası da kadın.

Erkekler, hüzne yol açan savaşın babası rolünde, babalardan sonra da anneler ağıtlarla etrafı topluyorlar. Ben babamın ağladığını bir kere gördüm, gizli saklı, duvar dibinde ağladığını, dayanamadım, iktidarım yıkılmış gibi kendimi çok hissettim. Annem ağlayınca acı veriyor, çok hem de ama cesaretimi de tutuşturuyor annem. Sanırım kadın acıyla beraber merhamet ve cesaret de veriyor insana. Erkek daha çok güç ve iktidarı şırınga ediyor. Biz sanırım duvar diplerinde gizli gizli değil de açıktan ağladığımız gün iktidarsız bir dünyanın önünü açmış oluruz. İktidarsız bir dünya, savaşsız, ölümsüz ve ağıtsız bir dünyadır.

Bir diğer şey de “Doğu”nun talihsiz tarihidir. Güneşin doğduğu yön olmasından mıdır nedir bilmiyorum ama doğu insanı kalbiyle düşünüyor daha çok, ağıtlar da, acılar da, savaşlar da, ölümler de, aşklar da oradan gelmektedir.

Aklı olanlar kalbi olanların üzerinden geçiniyorlar. Batı ile doğunun bir çelişkisi de budur kanımca.

  • Dergi yayımladınız, yayınevi yönettiniz, çocuklar için birçok kitap yazdınız. Bundan sonrası için neler tasarlıyorsunuz?

Bu yolculuğumda hayatımın en güzel olan şeylerinden biri de dergi yayımlamaktı. Beş yıl sürdü Har Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, Antep’deydim o yıllar, erken saatlerde uyanıp matbaaya gitmek, her sayıyı bir heyecan etmek, her yazıyı yeni bir başlangıç saymak, arasına küçücük notlar iliştirerek okurlara dergiyi ulaştırmak çabası unutulmaz anılardı benim için. Yayınevi macerası çok sürmedi malum ekonomik sıkıntılardan ötürü, borçlar vb. kapatmak zorunda kaldık.

Çocuk kitapları da benim için unutulmazlarım arasındadır. Çocuk edebiyatı alanını bir dönem “malum çevreler” doldurdu. Bu alanda her şair her yazar kalemini denemeli derim. Ama zor ve bir o kadar da heyecan verici bir alan, yirmi üç yıl öğretmenlik yapmamın ve bu alanda çok okumalar yapmamın da biraz etkisiyle yazdım çocuk kitaplarını.

Bundan sonrası için yazmaya devam diyorum, sanırım şiirle yola gideceğim. Ama denediğim yazmaya da bir türlü cesaret edemediğim bir geçmiş hikâyesi de var, dağın şiirinden ve annenin elinden düşürdüklerini ancak bir hikâye toplayabilir. Şiir vazgeçilmezim gibi oldu, ne kadar kaçsam da gelip yakalıyor, şiir benden hızlı koşuyor bunu anladım.

Teşekkürler bu güzel sorular için, cevaplar ne kadar doldurdu soruların içini bilmiyorum. Onu da okuyucuya bırakalım. Sağolun.