EREN AYSAN Maeterlinck ünlü oyunu “Çağrılmadan Gelen”de zorlu bir doğumu atlatamamış bir annenin son anlarını konu alır. Oyun boyunca, kör büyükbabanın dışında kimsenin farkına varmadığı ölüm sahnede şöyle bir dolaşacak; ardından hiç görmediğimiz kadını da alarak gidecektir. Öyle ya, ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflar içerisinde hatırlanır; beyaz periler bir görünür, bir görünmez, […]

Ölümü beklemek

EREN AYSAN

Maeterlinck ünlü oyunu “Çağrılmadan Gelen”de zorlu bir doğumu atlatamamış bir annenin son anlarını konu alır. Oyun boyunca, kör büyükbabanın dışında kimsenin farkına varmadığı ölüm sahnede şöyle bir dolaşacak; ardından hiç görmediğimiz kadını da alarak gidecektir.

Öyle ya, ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflar içerisinde hatırlanır; beyaz periler bir görünür, bir görünmez, kaybolur. Şıpıdık terlik sesi ile kapılar açılıp kapanır. Her hâlükârda ölüm giz dolu telaş içinde gelir, buhur yükselir, tahta sandıklar kilitlenir. Rahvan atlar bilinmeze koşar, meçhule giden bir gemi limandan kalkar. Dünyanın hemen her yerinde hayatın karşıtı ölüme dair simgeler bildik, fazlasıyla tanıdıktır. Sorun, öldürüleceğini bile bile yaşamdan yana olma arzusudur belki de.

Nevşehir’de bir sabah bir adam erken kalktı. Beyaz ütülü gömleğini giydi. Kravatını taktı. Karısının hazırladığı kahvaltı masasına oturdu. Küçük kızı Aylin kucağına geldi; sofradaki hemen her şeyi bıcır bıcır tek tek saydı: Çatal, bıçak, tabak, tuz, yumurta… Adamın adı, Zeki Tekiner’di. Avukattı. Köylülerin dostu, dert ortağıydı. Eski CHP milletvekili ve il başkanı olmanın ötesinde bir halk önderiydi. O en büyük emek örgütü olan DİSK’in avukatlığını yaparken sadece işçilerin değil emekçi memurların, özellikle aydın, demokrat ve Atatürkçü öğretmenlerin davalarına hiçbir ücret almadan bakmıştı. Gece gündüz demeden nerede bir köylünün başı sıkışsa ya da birileri haksızlığa uğrasa yanına ve yardımına koşmasıyla tanınıyordu. Bozkırın ortasında, bağnazlığın ve ilkel milliyetçiliğin kalelerinden olan bir ilde aydınlanmadan yanaydı. Cumhuriyet değerlerinin halka doğru anlatılması için canı pahasına mücadele etmiş ve halkın gönlünde haklı bir yer edinmiş bir hukuk ve siyaset insanıydı. Parada ve makamda gözü yoktu. Öyle ki 1977 seçimlerinde halihazırda milletvekili ve seçilmesi garanti olduğu halde cezaevinde bulunan CHP Nevşehir İl Başkanı Mustafa Bilgin’i cezaevinden kurtarabilmek için adaylıktan feragat etmişti.

Üstelik 11 Şubat günü kendisine ateş açılmış, bu saldırıdan yaralı olarak kurtulmuştu. Yarası henüz kapanmıştı. Ödenecek bedel canıysa bundan yana korkusu yoktu. Mikis Theodorakis, “Direnme Günlüğü” adını verdiği anı kitabına, “tehdit artıyor,” diyerek başlar ya… Tehdidin artması bir olgudur, evet! Ama sabırla kendi öldürümünü beklemek tevekkül işi değildir!

Evden çıktı, öğleden sonra şehir merkezindeki bakkal dükkanında ona yeniden ateş açıldı. Bu defa kendisine siper olmak isteyen CHP İl Yöneticisi Yavuz Yükselbaba ile can verdi.

Cenaze töreni ise birilerine Nevşehir’de yuvalanma için büyük bir fırsat olarak kullanıldı. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit yanında yüze yakın milletvekiliyle cenaze törenine katıldı. Cenaze alayının üzerine ateş açıldı, pek çok yaralı vardı. Tabuta on üç kurşun isabet etmiş, cenaze Türk bayrağına sarılı halde yarım saate yakın yerde kalmıştı. Bu arbedede Bülent Ecevit bağırıyordu: “Vurun! Beni de vurun, kalleşler!” Nevşehir Valisi olaylardan cenazeye katılanları sorumlu tuttu.

Zeki Tekiner gencecik bir eş, en büyüğü on bir, en küçüğü iki yaşında olan üç çocuk bıraktı ardında. Tekiner ve onun gibi öldürülen aydınların anmalarına bile izin verilmediği yıllar birbirini izledi.

Bu sırada Nevşehir’den ayrılmak zorunda kalan aile Ankara’ya yerleşti. Ölenlerin ardından konuşulur. Ya yaşayanların? Kimse sormadı gencecik bir kadın bağrına bastığı üç çocuğuyla nasıl ayakta durur diye? Ne güzeldir konuşmak Sabahattin Ali’nin güzelim eserlerini. Ama Sabahattin Ali’nin eşinin küçücük çocuğuyla baş başa kaldığında ne yaptığını, yasaklı, yoksul ve yorgun yıllarını kimse düşünmek istemez. Ümit Kaftancıoğlu öldürüldükten sonra çocuklarının, babalarının emekli maaşını almak için mahkemeye başvurmak zorunda kalışıyla ilgilenmez. Sevinç Özgüner’in evinin kapısı kırılıp öldürüldüğünde iki çocuğuna kimlerin baktığını sorgulamaz. İlhan Erdost’un kızları Türküler ve Alaz’ın annesinin her hafta sonu babasının sevdiği türküleri dinleyip gizlice ağladığına bakmaz! Nasılsa bir şekilde büyür çocuklar!

Derken 11 Şubat 2011 günü kapıyı çalar. Bu ülkede siyasi saikle öldürülen aydın, yazar ve gazetecilerin oluşturduğu simge isimlerin çocukları Toplumsal Bellek Platformu çatısı altında TBMM’yWe gidecektir. Talepleri bellidir: Türkiye’de siyasi cinayetlerde zamanaşımı ortadan kaldırılsın! Meclis Araştırma Komisyonuna işlerlik kazandırılsın!

O gün kahvaltı masasındaki zeytin gözlü kız çocuğu Aylin büyümüştür. Gazete sayfalarından öğrenmiştir Toplumsal Bellek Platformunu. Onlara ulaşmak, onlarla yan yana olmak arzusundadır. Hatta zorunda olduğuna inanmaktadır. Tek bildiği gerçeklik, bizdeki karanlığın, güneşe doğru yanarak gidenlere rağmen hiç bitmediğidir.

Bu ülkede zincire vurulmuş saadetin sona ermeyeceğine dair su götürmez bir inanç vardır nedense. Çünkü yaratıcılar korkutucudur. Özellikle ruhlarındaki ışığı, kendi kurdukları zihinlerinin izbe koridorlarına hapsedenler için yaratıcı insan yok edilmesi gereken bir umacı gibidir. Yaşadığımız coğrafyada yaratıcılar, düşünce adamları, kanaat önderleri hep baskı altına alınmaya, yok sayılmaya ve yok edilmeye çalışıldı. Şaşırtıcı olansa yıllardır devam eden bu yok etme girişimlerine karşın aydınlanmacılar ısrarla, inatla ışıklarını saçmaya ve hayatı var etmeye devam ediyor. Aylin de genç bir heykeltıraştır artık. Işık yayıcıdır.

İşte ben Aylin’i meclis görüşmeleri sırasında açtığı telefonla tanıdım. Bizimle birlikte Meclis görüşmelerine katıldı ve daha fazla büyümek istemediğimiz ailemizin bir parçası oldu. Derken kardeşleri Bülent ve Ayşe Tekiner de geldi yanımıza.

Geçtiğimiz Nisan ayında bu ülkede yine bir cenaze konvoyu sırasında linç girişimi meydana geldi. Bu defa Zeki Tekiner’in cezanesinde dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in maruz kaldığının benzerini yine CHP Genel Başkanı olarak Kemal Kılıçdaroğlu yaşadı. Hem de tam otuz dokuz yıl sonra… Aradan geçen süre içinde Orta Anadolu’da düşünce ikliminin neden var olamadığı sorusu üzerine düşünmek gerekiyor ve “Ne yazık ki, Orta Anadolu’yu aydınlığa kavuşturacak kanaat önderlerinin öldürüldüğünün” altını çizmek gerekiyor, Zeki Tekiner nezdinde. Bugünkü çölleşmenin sorumlusu yalnızca ona tetiği çekenler değil ölüm emrini verenlerdir de…

Bunca yıl sonra Zeki Tekiner’in doğup büyüdüğü Ürgüp’ün türküsü nasıl da onun siyah beyaz fotoğrafına yakışıyor: “Al kana boyanmış don ile yelek / Bize nasip değil ecelnen ölmek!”