Ölüyor musun aşkım?

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Güçlükle araladığı gözlerine bakıyorum. Çürüyen binlerce rengin ardından tanıdık bir mavi görünüyor. Öfkesini gizleyen bir yorgunlukla bakıyor yüzüme. Küskün…

“Ölüyor musun aşkım?” diyorum. Sesim ciğerimin yangınında erimiş, çıkmıyor dışarı. İyi ki duyulmuyor sözlerim. Söz ki neye yarar, olmazı olur ettikten sonra. Anlıyor mahcup kederimi. Mecali olsa gülümseyecek bilirim. Ama yok! Kendinden çok katiline acıyan bir maktul gibi vakur, yüzünü çeviriyor.

Kokulu, sarı bir irin sızmış yaralarından, her yanına bulaşmış. Canı acıyor besbelli. Kıpırdayamıyor, nefes alamıyor. Dudaklarını ısırıyor, acısı derinlere gömülüyor. Olduğum yere mıhlanıyorum. Elim kolum kalkmıyor, gözyaşım akmıyor. Bir cesaret gözlerine bakıyorum, yumuyor gözlerini. Elini tutup ben de yumuyorum. Onu ilk gördüğüm ana dönüyorum.

Ana rahminden yeni çıkmış gibi şaşkındım kokusunu duyduğumda. Öyle keskin, öyle kuvvetli, öyle baş döndürücüydü. Bir o kadar da tanıdık. Ciğerimden kalbime keskin bir sızı yürümüştü. İlk kez tatmıştım aşkı, saftım. Gülümsemişti. Belli ki tanıyordu bu hali. Çaldığım kapıyı düşünmeden açtı, o da sevmişti beni. Sevmese alır mıydı koynuna? İçine çeker, sarhoş eder miydi büyüsüyle? Dokunduğu yeri serin yangınlarla yakar mıydı? Mavi gözlerinin ışıltısında, esrik bir yolculuğa çıkacaktık. Sonumuzun böyle olacağını kim bilebilirdi o zamanlar.

Tüm hücrelerim aşkıyla sarsılıyordu. Kokusunu almadığım zamanlar, canımı acıtarak durur, gözlerim esrarengiz renklerini görmediğinde kör olurdu. Öyle tutkundum. Yüzüne bakardım, saatlerce. Derin, kudretli, gizemli dünyasının izlerini takip ederdim. Kimi fısıltıyla, kimi çağıldayarak söylediği sözler bana ilham verirdi. Her salınışı, her hareketi kanımı ısıtır, hayranlığım iliklerime işlerdi. Bu bir mucizeydi ve asla bitmeyecekti.

Zaman, kimi koştura, kimi kanırta ilerledi. Üzerimizden yaz yağmurları, güz rüzgârları, kış bulutları geçti. Coşkun şarkılar, hüzünlü şiirler, kederli suskunluklar yaşadık. Yaşadım. O ne yaşadı bilmiyorum, pek konuşmazdı. Ben de sormadım. Merak eder miydim, emin değilim. Ne de olsa vardı. Orada, elimi uzatsam tutabileceğim yerdeydi, hep olacaktı. Bunu beni koynuna aldığı gün anlamıştım.

Zaman haklılığımı ispat edecek, beni sağdan sola savuracaktı. O ise sadık varlığıyla oracıktaydı işte. Delişmen olan bendim, belki de hain. Kötü niyetimden değil, şımarık bir çocuktum sadece. Yoksa yeni ve parlak oyuncaklarla oyalanırken ona bakmayı unutur muydum? Büyüdüm de ne oldu. Defalarca yüz çevirdim ondan. Pek önemli işlerim vardı. Onun anlamayacağı, anlasa da önemsemeyeceği işler. Öyle ya, hayat devam ediyordu. Hayatın acelesi vardı. Açtı, arsızdı, uçarıydı, kaçıyordu. Yakalamalıydım. Bir tek ben miydim sanki? Daha çoğu için didinen. Devir böyleydi. Her şeyin fazlası makbuldü. Dahası hep vardı. Yetinmek aptalların işiydi. Bedeli var mıydı? Olsundu, ödenirdi…

Uzaktan, küskün izledi beni yıllarca. Olacağı bilen ama değiştirecek kudreti olmayan bir kâhinin umarsız bakışlarıyla, sadece izledi. Ne de olsa yolum düşerdi gene kıyısına. Eninde sonunda yorulacak, usanacak, acılanacak, sonra koşacaktım kucağına. Öyle de oldu. O, her dönüşümde olduğu gibi açtı kollarını şefkatle, hikâyelerimi dinledi, yaralarımı sarıp sarmaladı. Gözyaşlarımı sularında yıkadı. Doyurdu, ısıttı, sevdi, sevişti.

Kızdığı, köpürdüğü de oldu yalan değil. Ki öyle deli öfke görmemiştir kâinat. Mavileri siyaha çalıp göğe yükseldi mi benim diyen duramaz karşısında. Kendimden uzağa savrulduğumda, canımı acıttığımda gözlerimin içine bakıp, tutup sarsardı kollarımdan. Bilirdim kendisi için değildi bu tavır. Bana, benim için kızardı. Sonra durulur, kudretinden parça parça verip, ayağa kaldırırdı. Kendime gelir gelmez kaçacağımı bilirdik ikimiz de. Buna rağmen caymadı benden. Affetti, kucakladı, sevdi... Beni en çok o sevdi. Koşulsuz, riyasız, korkusuz, masmavi sevdi.

Saf iyilikten yoğurulmuş koca kalbini görmüştüm. Yine de vefasızlıkla kararmış kötülüğün, onu hasta edeceğini düşünmedim. Ne de olsa ona bir şey olmazdı. Mavileri solmaz, nefesi kesilmez, kokusu çürümezdi. Öyle sandım. Benden çok vardı, ne yazık. Vurup, kıran, yıkıp döken âşıklar. Aşk bu muydu? Cömertliği sömürüp katletmek miydi aşk? “El ver!” dediğinde başka ezgilerle dolu kulakların tıkanması mıydı?

Sen de haykırmışsın meğer. Çığlıklarını duymamışım. Duymuşum, umursamamışım. Kalbine hançerler saplamışlar. Bir değil bin kere. Görmüşüm, koşup yerinden çıkarmamışım. Kirli elleri kırıp atmamışım. Katilim ben de, sebebinim. İyiliğin, saflığın, cömertliğin, tazeliğin can çekişirken bir şey yapmamışım. Ne desen haklısın, o bayrağı ben de taşıdım, şimdi ne desem boş, ne yansam çaresiz.

Ölüyor musun aşkım? Demek sonunda benden yüz çeviriyorsun. Yapma bunu, bak ben açtım, sen de aç gözlerini. En eski ve hep yeni sevgilim. ne olur koyuverme kendini. Senin gücünü bilirim ben, dünya âlem bilir. Ne olur içinde, o dünyaları sığdırdığına bir bak. Toparlan, silkelen canına yandığım. Üzerine yapışanlar, kötü ağızlarımızın salyasıdır doğru. Ama sen erit onları iyiliğinde, merhametin yücedir, yine yap bunu.

Ölme aşkım! Beni affet…

*Dünyanın en genç denizi olan Marmara Denizi ölüyor. Etrafındaki yerleşim birimlerinde yaşayan yaklaşık 25 milyon insanın evsel, tarımsal ve endüstriyel atığını artık taşıyamıyor. Derin deniz deşarjı gibi yasal katliamların yanı sıra yine insanların hızlandırdığı küresel ısınmanın da etkisiyle, yüzeyini ve dibini kaplayan müsilaj (deniz salyası) ile boğuşuyor. Marmara Denizi canlılığını yitirmek üzere…