Geçtiğimiz cuma günü bir kez daha yüreğimiz yandı; İzmir’i vuran deprem, sorumluluk yoksunu siyasetçisiyle, müteahhidiyle, ahbap çavuş kapitalizmi savunucularıyla unutturulmak istenen acı gerçeği yüzümüze tokat gibi çarptı. Türkiye’nin hiçbir kenti depreme hazır değil. Büyük Marmara Depremi’nden bugüne, bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen bir arpa boyu yol alamadık. Hâlâ sulak alana yapılan binaları, imara açılan toplanma alanlarını, mevzuata aykırı yapıları, denetimsizliği, vurdumduymazlığı konuşmak zorunda kalıyoruz.

Depremin ardından ekrana çıkan Ahmet Ercan “Depremde yoksullar ölür, zenginler ölmez” dedi ve ekledi: “Bir ülkede ekonomi ne kadar bozuksa deprem o kadar öldürücü olur.”

Ekonomide uçtuğumuzu söyleyen damat bakan ya da onu boşa düşürürcesine “Ekonomide kurtuluş savaşı verdiğimizi söyleyen” Erdoğan, bu cümleleri işitti mi bilinmez. Ama Ercan’ın hatırlattığı gerçeği, milyonlarca yurttaş hayatının sıradanlaştırılan başka “küçük” felaketlerinde de tecrübe ediyor. İş cinayetleri, bir işçi hastalığı haline dönüşen salgın hastalık, askerde, mevsimlik işçi olarak çıkılan uzun yolda ya da bir maden ocağında yaşamını kaybedenler… Bireysel tercihleri nedeniyle değil yoksulluğun ve çaresizliğin dayattığı mecburiyetler nedeniyle ölüyorlar. Ölüm değil ama ölüme giden yol sınıfsal.

Kaybedilen her canın, yaşanan her yıkımın ardından atılan “Ölürüm Türkiye’m” naraları kederli yurttaşın sesini bastıramıyor. Gerçekten de “Ölüyoruz Türkiye’m” ama dağına, taşına olan aşktan değil, ikide bir imar affı çıkaran, rant için imar planı değiştiren siyasetçiler, gözünü kâr hırsı bürümüş müteahhitler, iki koli fazla mal koymak için kolon kesen işgüzarlar… yüzünden. Hepsi de bu çarpık kapitalist düzenin birer aktörü. Bu ülkenin her geçen gün ağırlaşan bir bölüşüm sorunu var. O sorunun ağırlaşmasının temel nedeni de devletin aile şirketine, yurttaşın ise yeniden tebaaya dönüştürülmek istenmesi. Türkiye’nin kaynakları, vatandaşları yaşatmak için değil iktidar ve çevresindekileri semirtmek için kullanılıyor. İşte biz bu yüzden ölüyoruz.

İzmir’in depreme uzak bir şehir olmadığı bilgisi yeni bir bilgi değil. 2003’te Global Deprem Güvenliği’nin hazırladığı raporda İzmir, depremde en çok can kaybının yaşanacağı şehirler arasında sayıldı. Ama hükümet bunca zamanda İzmir’i fethedilecek bir şehir olarak görmekten başka hiçbir şey yapmadı. İstanbullu müteahhitlere İzmir’de yeni rant alanları açılırken, Bayraklı da bu planın bir parçası olarak parlatılırken İzmirli düşünülmüyordu, yerel seçimlerde zafer hesapları yapılıyordu. Üstelik iktidarın kasasını doldurmak için 18 yılda çıkardığı imar afları birçok kaçak binayı “yasal” statüye kavuşturdu. Bu binaların ne kadarının çürük olduğunu bilmiyoruz. İzmir’de 2 yıl önceki imar affına rekor sayıda başvuru yapılmıştı. Depremin vurduğu Bornova ve Bayraklı’da binlerce bina imar affına dahil edilmişti. Son dönemde İzmir’i sallayan depremler sonrasında bazı apartman sakinlerinin binalarını kontrol ettirmek için yetkililere başvurduklarını, belediye tarafından raporların gerekli yerlere gönderildiğini yeni öğreniyoruz.

Ancak iktidarın samimi bir biçimde deprem sorununun üzerine gideceğini gösteren tek bir emare yok. Tüm musibetleri “vesayet dönemine” bağlayan AKP Genel Başkanı Van’da partisinin üye sayısının nasıl artığını anlatırken İzmir’de enkaz altından insanlar çıkarılmaya çalışılıyordu. Erdoğan “keyif çayı” dağıtırken yıkık binaların başında İzmirliler yakınları sağ çıksın diye dua ediyordu. Deprem bölgesinde bakanlar kameraları, kameralar bakanları kovalarken, enkaz üstünde şov yapılırken Türkiye’nin dört bir yanından gelen arama kurtarma ekipleri moloz altından bir ses, bir nefes işitmenin gayretindeydiler. Daha enkaz ortada dururken, cenazeler defnedilirken, yas ve travma birbirine karışmışken devletin zirvesinin inşaat hesabı yapması empati’nin de sempati’nin de çakma olduğunu zaten gözler önüne seriyor.

İzmir depreminin bize gösterdiği iki tablo var. Tabloların birinde siyasetin ikiyüzlülüğü saklı. O öyle bir ikiyüzlülük ki en acı günde dahi devletin zirvesi yerel yönetimi yok sayıyor, spotlar ve vaatler eşliğinde hâlâ “İzmir’i nasıl alırız”ı düşünüyor. Tablonun diğer tarafında ise bu ülkeyi hakikaten yaşanacak bir yer yapan dayanışma var. “Deprem bizim tazminatımızdan daha önemli” diyen Somalı madencilerden İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyesi ekiplerine, mahalleliden arama kurtarma uzmanlarına uzanan büyük bir ağ bu. İlk tablodakiler “Ölürüm Türkiye” hamasetiyle kendi ayıbını kapatıyor, diğer tablodakiler inadına yaşatmayı, inadına birlikte var olmayı savunuyor. Bizler bu yaşatma iradesini, milyonları kapsayan politik bir iddia, bir yönetim tarzı ile buluşturabildiğimizde bu ülkeyi keyfi yönetimden de yoksulluktan da kurtaracağız.