Çözüme dair konuşulurken, hayatı bize sorunlar yumağı haline dönüştüren ve ömrümüzü tüketenlere “yeter artık” demek geliyor içimden. Böylesine bir ruh hali içindeyim...

Velhasılı kelâm,
Onlar vurdu,
Biz büyüdük…
Siyasal gelişmelere aşina oluşum, 70’li yıllarla birlikte liseli dönemime denk düşer. Yani nerden baksanız yaklaşık 40 seneye yaklaşmış.
Kendimi bildim bileli adı “Kürt” olan kült bir sorunla yaşayıp gidiyor, yatıp kalkıyoruz.
O zamanlar Kürt yoktu! Olsa olsa “dağların kuytuluk boğazlarında” kuş uçmaz kervan geçmez koyaklarda, vadilerdeki kimi “vahşiler” anlaşılmaz ve “birkaç yüz kelime”den müteşekkil bir dille konuşan asılları “dağlı Türk” olan Kürt köylüler vardı. Biz şehirlilere yakışan o “Kürtlerin” konuştuğu manasız dili konuşmak ya da öğrenmek yerine İstanbul Türkçesi ile konuşmaktı. İşimize yarayan, yarayacak olan oydu çünkü! Şehir kültürü içinde yetişen aslında Kürtçeyi de babalarımızla çok iyi konuşabilen analarımız çocuklarının yanında bu belalı dili, kendi ebeveynlerinin başına her daim bela getirmiş dili, çocukları öğrenmesin, konuşmasın isterlerdi. Böylesine bir kırılma ve kopuş hali ile, bir yönüyle utanç öte yönüyle de yasak zihniyetinin yarattığı travma içinde büyüdü bizim şehirli kuşağın nesli…
Sonrasında siyasal okumalarımız ve öğrenme serüvenimiz başladı. Dünyanın anlatıldığı gibi “dönmediğini” kavradık. Ve küfretmeye başladık. Resmî ideolojinin sadece Kürtlere dair olan biteni değil, işine gelmeyen her şeyi tersyüz ederek ezberlettiğini öğrendik. Bir daha küfretmeye başladık, hayata da her bir şeye de! Bize yanlış öğretilen her şeye karşı durmayı öğrendik. O saatten sonra da başımız beladan kurtulmadı. En iyi halde olanımız, bir sürü hastalık, acı, sürgün ve hapislikle bugünlere yetişebildi(k)...
Ama bu tuhaf ülkede hep “Kürtler” sorun oldu, sorun sebebi oldu. Sorun gibi algılandı, anlatıldı. Dolayısıyla neden sorusu hiç de cesaretle sorulmadı, sonuçlar üzerinden politika yapıldı.
Resmî ideoloji, “aslında siz yoksunuz” dedikçe, var olmanın mücadelesi kızıştı. Basit kelimelerle Kürt dilinin Türkçe’den ayrı olduğu savcıların yüzüne karşı savunmalarla anlatıldı. Sonra o savunmalar da dava konusu haline dönüştü.
Sonra ve sonra, hep vurdular…
Vurdular da ne mi oldu?
Onlar vurdu, biz büyüdük…
Vurdular da vurdumduymaz mı sandılar.
Bilcümle halk duydu yapılanları ve bugünlere geldik.
Öylesine bir zalimlik yaşatıldı ki; bir halkın toptan muhalefeti ancak egemeni kendine getirmeye yetti…
Şimdi bize zehredilen, talan ömrümüzün bedelini istiyoruz. Hem de öyle az buz değil. Koca bir ömür.
İnsanların ömürlerini belirleyen an, şehirlerinse devranmış, derler…
İnsan ömrü dediğiniz ne ki! Göz açıp kapayıncaya kadar, bir nefes kadar varsın yoksun. Geldik, gidiyoruz derken.
Çözüme dair konuşulurken, hayatı bize sorunlar yumağı haline dönüştüren ve ömrümüzü tüketenlere “yeter artık” demek geliyor içimden. Böylesine bir ruh hali içindeyim.
Yeter artık, yeter ömrümüzü yediniz, tükettiniz. Bir halkın onuruyla, gururuyla bu kadar oynanmaz, bunun farkına ne zaman varacaksınız. Yeter…