İktidar partisi ilk başta bir “kadro hareketi” olarak ve bir grup “akil insan”ın bir araya gelip inisiyatif alması imajıyla siyaset sahnesine çıkmıştı, başlangıçta “tek adamlık” yoktu. Milli Görüş’teki 28 Şubat süreciyle ortaya çıkan “gelenekçiler-yenilikçiler” ikiliği, “yenilikçiler”in parti kurmasına evrilmiş, tüm bu süreç ise Türkiye’de düzenin derinleşen hegemonya krizine denk düşmüştü. Düzen, iktidar partisi şahsında bütün bir 90’lı yıllara yayılan yönetememe ve meşruiyet krizine bir çare bulmuş, ANAP ve DYP’nin siyaseten iflasıyla ortaya çıkan merkez sağdaki boşluk da böyle doldurulmuştu.

İktidar partisi de buna uygun bir şekilde hareket etti. AB ile üyelik sürecine ivme kazandırmak istedi, ABD’yle ilişkileri derinleştirmek için adımlar attı, NATO’da daha etkili bir rol üstlenmeye çalıştı, Kemal Derviş’in başlattığı IMF orijinli neo-liberal iktisadi programa sadık kaldı, sınıf çatışmalarının üzerine ılımlı bir dinselleşme örtüsü örterek patronların gönlünü kazandı, merkezdeki boşluğu tek başına doldurdu. Velhasıl, Türkiye’nin kapitalizmi için bundan daha iyisi olamazdı.

Tüm bu politikalar, az önce dediğim gibi bir grup “akil adam” tarafından yönetiliyordu: Gül, Arınç, daha erken dönemlerde Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek, Beşir Atalay… Hepsi iktidar partisinin yönetim kadrolarını oluşturuyordu ve Erdoğan’ın her zaman en tepede yer aldığı gerçeğini not ederek söyleyecek olursak, güç, hepsinin farklı derecelerde “özgül ağırlıkları” olan bu isimler arasında dağıtılıyordu, hepsinin az çok kendi özerk alanları mevcuttu.

Bunun dışında iktidar partisinin kamu bürokrasisindeki zayıflığını Cemaatin kadroları telafi ediyor, 2010 referandumu örneğinde görüldüğü üzere, başta yargı olmak üzere devlet aygıtının neredeyse bütün mekanizmaları adım adım Cemaat kontrolüne geçiyordu. Ayrıca Cemaatin çok daha önce liberal aydınlarla kurduğu ilişkiler, bu isimlerin iktidar partisi ile Cemaat arasındaki koalisyona desteğini beraberinde getiriyor, iktidarın meşruiyeti bu isimlerin yazıp çizdikleri üzerinden üretiliyordu. AB ile ilişkiler, Ergenekon süreci, referandum, yetmez ama evet, demokratikleşme, derin devletle hesaplaşma, Kürt sorununa çözüm… Hepsi toplumsal rıza üretiminin bir parçası olarak gündeme getirildi ve hepsinde Cemaat güdümlü liberaller ciddi bir rol oynadı.

Ergenekon ve Balyoz süreçlerinin neticesinde eski rejimin tasfiyesi ve devlet aygıtının ele geçirilmesi ortaklar arasında bir egemenlik savaşının başlamasına neden oldu. Devletin, kurumların, polisin, ordunun, rantın nasıl paylaşılacağı sorusu çok geçmeden ortaklar arası bir mücadeleye dönüştü. Fidan’ın ifadeye çağrılması, Başbuğ’un tutuklanması, Roboski Katliamı, dershanelerin kapatılması ve sonrasındaki 17-25 Aralık, bu mücadelenin birer tezahürüydü ve 17 Aralık 2013 günü AKP-C koalisyonu resmen sona erdi.

Bu, aynı yılın Haziran’ında başlayan Gezi ayaklanmasının da gösterdiği iktidar partisinin toplumsal rızayı üretmekte giderek başarısız olması ve daha çok zora başvurması olgusu üzerinde doğrudan bir etki yarattı. İktidar partisi Cemaatle kavgasıyla rıza üretmeye dayalı siyasi aklının bir bölümünü ciddi şekilde kaybetti, eski ortağıyla birlikte liberaller de gemiyi terk etti. Gezi ve sonrasındaki 17-25, iktidar partisini inanılmaz derecede korkuttu ve daha ağırdan giden rejim inşası sürecine hız verildi, dahası inşanın rızadan çok zora dayandırılacağı da görüldü. Bu esnada yola birlikte çıkılan isimler de “ağırlık” yaptıkları için olsa gerek, birer birer etkisizleştiriliyorlardı, 2014’de Gül’ün Cumhurbaşkanlığını bırakması ve yerini Erdoğan’ın alması bir milattı. Güç, tek adama doğru hızlı bir şekilde daralıyor, tek adamlık süreci hızlanıyordu.

7 Haziran seçimleri sonrası içeride “çözüm süreci” masasının devrilmesi, “hendek savaşları”nın başlaması, Rus uçağının düşürülmesi, Fırat Kalkanı operasyonu, art arda patlayan bombalar, 15 Temmuz, artık siyasetin ve rejim inşasının merkezine şiddetin yerleştiğini gösteriyordu. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL’le birlikte fiilen hükümsüz olan anayasa ve parlamento resmen de hükümsüz hale geldi, güç Saray’a taşındı ve bir yandan rejim inşası kendi çocuklarını yerken öte yandan kişiselleşmiş iktidarın bekası adına devlet aygıtının bütün hukuki/kurumsal yapısı çökertildi. Bunun da ötesinde siyaset dost/düşman ikiliği üzerine kurgulandı ve toplumun en az yarısı potansiyel terörist ilan edildi, son KHK ile de toplumun diğer yarısına bu potansiyel teröristleri öldürme hakkı verildi, böylelikle olası bir iç savaşın hukuki zemini de teşkil edilmiş oldu.

On beş yılın sonundaki tablo, gücün tek adama doğru daralması, kişiselleşmiş iktidar ve devletin bütün bir hukuki/kurumsal yapısının çökertilmesi oldu özetle. Kuşkusuz tablo karanlık ama öte yandan şu da var: Artık rıza üretemeyen, kişiselliğe dayanan, ortak akıldan yoksun, pastayı büyütemeyen bir iktidarın sürdürülmesindeki zorluk. Bizim bakmamız gereken yer de bu zorluk ve hem yaratacağı fırsatlar hem de müdahale olanakları üzerine düşünmek tam olarak.