Ölüyordum, Geçerken Uğradım için on güne sığan İstanbul’un yakın tarihi ve bir o kadar büyük aşk! Ancak her bir gün 10 yıla denk geliyor. Hasılı, Gürses’in romanı, içinden İstanbul geçen, 2020’lere uzanan diri bir aşk hikâyesi

On güne sığan  İstanbul serencamı ve bir o kadar hoş bir aşk!

BİLGE ATAY

28 yaşında üçüncü romanını yayımlayan Can Gürses, son yıllarda kör topal ilerleyen edebiyatımızın muhtaç olduğu yepyeni bir soluk. Gürses’in gençliği ve bütün enerjisini, özellikle bu romanında hissedebiliyorsunuz. Fakat gençliğin ataklığı ve verimliliği, kimi noktalarda aşırı doz etkisi de yapabilir, zaten yapmış da.

Ama ne gam! Roman, ilkin adıyla vuruyor sizi: Ölüyordum, Geçerken Uğradım!.. Önce çarpan sonra düşündüren, ardından bir kez daha düşündüren sahiden ilginç bir isim.

Gürses, ikinci hoşluğu Mahur’uyla yapıyor. Romanın kadın aşığı Mahur, adıyla müsemma sahici bir karakter olarak göz okşuyor.

“Şehri Nafiz’in yokluğu ile gürül gürül, dalga dalga dolduruyordu deniz. Ayaklarım beni hep ona sürüklüyordu. Oysa denize varabilmek için Nafiz’den gitmem gerekiyordu” derken şehr-i İstanbul’u da, aşkı da zamanı da hissediyorsunuz.

Ona bu hoş gidişatta diğer aşığımız Nafiz de kendine has diliyle eşlik ediyor. İki aşığın sergüzeşti de, birbirlerinin anlatımıyla, sürükleyici bir biçimde okuru sıkmadan ilerliyor.

Ölüyordum, Geçerken Uğradım için on güne sığan İstanbul’un yakın tarihi ve bir o kadar büyük aşk! Ancak her bir gün 10 yıla denk geliyor. Hasılı, Gürses’in romanı, içinden İstanbul geçen, 2020’lere uzanan diri bir aşk hikâyesi.

on-gune-sigan-istanbul-serencami-ve-bir-o-kadar-hos-bir-ask-378226-1.

Minareler... Efsaneler... Martılar

Ve hissediyorsunuz ki, Özlem Gürses, Halit Ziya’dan Ahmet Ümit’e Reşat Nuri’den Metin Kaçan’a İstanbul’un ruhu olmuş kalemlerin izinden geçmek ve bir gün yazacağı tamamen bu şehre özel romanla bu kervanın muteber bir üyesi olmak istiyor.
Yazar, romanı çıktı, çıkacakken kendi sosyal ortamına tarih düşürmüş sanki: “Minareler, efsaneler, martılar, bulutlar, kehanetler, türküler, savaşlar, karabataklar, vapurlar, iskeleler, binalar, tılsımlar değil hatıralardı İstanbul’u ayakta tutan.”

O vakit anlıyoruz ki, Ölüyordum, Geçerken Uğradım hem İstanbul’un hatırlı misafiri olmuş, hem de 477 sayfasının neredeyse her bir paragrafına İstanbul’u ağırlamış. Bu misafirlikte de İstanbul’un şu sıralar feci bir depresyon yaşayan semti Beyoğlu göze çarpıyor elbette.

Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da on kere on yıl boyunca melali cihana değer bir aşk eşliğinde İstanbul’u dinlerken İstanbullu’nun dilinin değişimini de izliyoruz.

Lakin dil demişken burada durup kantarın topuzunu kaçırmadan şu eleştiriyi yapmak gerekiyor.

Can Gürses’in, romanlarında Türkçe’nin serencamını kayda alma gayretini zaten biliyorduk. Bu takdirin hakkını Ölüyordum, Geçerken Uğradım’da veriyor. Bazı kadı kızında da olacak kusurlarıyla tabii ki.

Eski dili, üstelik akışkan bir romanda kullanmak, ya o dönemde yaşamış veyahut o dönemin yaşamışlarının sesine, uzun yıllar kulak vermiş olmak, sahiden çokca okumak, belki biraz Arapça ve Farsça da bilmek gerek. Ki kadı kızının kusurları sayılıp dökülmeye.

Mesut musun yoksa mutlu mu?
Belki de bu eksiklikten olsa gerek, eski sözcük kullanımının balansı kaçıyor yer yer. Mesela 30’lu yıllarda, sözkonusu sosyokültürel kesimde kimse birbirine ‘Mutlu musun’ der miydi diye düşünüyoruz. Sanırım ‘Mesut musun’ diye sorarlardı.
Bu kalıbı 60’lı yılların Yeşilçam filmlerinde bile işitmez miyiz!.. Bu mevzudan bahsedilirken bir an için kulaklarınızda Ediz Hun’un “Aman Allahım çok mesudum” lafzı çınlamadı mı?

Dil dengesinin dışında da bazı küçük ifade kusurları da yok değil Gürses’in. Mesela, hiçbir metinde aynı fiilin aynı paragraf içinde defalarca farklı kiplerde kullanılması, pek hoş karşılanmaz. Bu kakafoni, Gürses’in romanında editoryal bir eksiklik olarak dikkat çekiyor maalesef.

Belki de aceleden kaynaklanmış olabilecek bu küçük sorunları da aşabilirse, Can Gürses’in daha çok nefesi ve o nefesle alacağı çok yolu var demektir.

on-gune-sigan-istanbul-serencami-ve-bir-o-kadar-hos-bir-ask-378225-1.