Ayça Damgacı ‘Sanatçı daha farklı boyutludur. Sezgisel olarak, daha hayvansı güdülerle hareket eden, bir şeyin olurunu olmazını derinden sezebilen biridir sanatçı’ diyor

“On kere dibe vurup bir kere yukarı çıkabilmektir başarı”

EZGİ ÇELİK- e.ezgicelik@gmail.com

“Kaybedenler! Kime göre, neye göre” serisinin ikinci bölümünde oyuncu Ayça Damgacı var. Neyi kaybetmiş, nerede kaybetmiş, kim demiş ‘kaybetmiş’, bunların hepsinin cevabı aşağıda mevcut. Başka başka sorular ve cevapların içinde. Zaten Ayça’nın kıymeti de bu büyüleyici tersinlemede. Bir de yüce gönlünde. “Elini kalbine koyup konuşmak diye bir şey var. Benim hayatta peşinden koştuğum tek şey bu. Bütün enerjimi buna vakfetmiş durumdayım” sedi.
Eli kalbinde gezen bir yüce gönüllü o. Teşekkürler Ayça!

Aktivist ne demek?

Ben de kafamda çok düşünüyorum bunu aslında. Var olan problemleri, sorunsalları halletmek üzere ki genelde toplumsal içerikli oluyor ya da ekolojik ya da siyasi, düzeltmek için eylem yapan insan. İnsanlık adına, evrendeki denge adına uğraşan insan. Benim için böyle.
Sanatçıdan aktivist olur mu?
Ben o kadar çok tartışıyorum ki bunu kafamda. Evet ve hayır tabii ki. Bir sanatçı için bir şey “ist” olmak çok zor. Mesela ben kendime aktivist diyemem. Ama aktivist ruhlu filan diyorlar ya bana, o tamam. Evet, birden bire ortaya çıkıp savunan, Twitter’da sivri sivri şeyler yazan bir insanım. Ama aktivist değilim. Çünkü bir söylemin dil denen tek bir kodla ifade edilişi insanı daraltan bir şey. Sanatçı daha farklı boyutludur. Sezgisel olarak, daha hayvansı güdülerle hareket eden, bir şeyin olurunu olmazını derinden sezebilen biridir sanatçı. Tek bir yöntem kullanmak zor sanatçı için. Ama bir taraftan da bir şeylerin olmazını gören, bunu ortaya koyan ve düzeltme içgüdüsüne sahip olan insandır, sanatçı. Bu yüzden oyuncu olduk zaten. Değerler sistemini yeniden inşa edip düzeltebilmek için. Bir durumu içine alıyorsun ve kendi içinde bir daha bir daha oynuyorsun. Alkış kimin umurunda, ödül kimin umurunda beri yandan. Bu yüzden de her sanatçı doğal olarak aktivist ruhlu oluyor aslında. Ama çok dengede tutmak lazım. Ben bunun için çok uğraşıyorum. Bir yerlerde hamasi konuşmalar yapmak, siyasi nutuklar atmak bana göre değil. İnsan bir şey –ist olduğu her konuda, kendiyle dalga geçebilmeli. Bu hak onda olmalı. Çok bağlı olduğun her konuyla aynı zamanda dalga geçiyor olabilmelisin.

Uzun bir süredir sanatçılar arasında ‘aktivist’ olmak bir statü meselesi gibi oldu. Olan gurur duyuyor, olmayan kötü hissediyor. Bu zorla olabilecek bir şey mi? Ya da olmasan olmuyor mu?
Benim tanıdığım ve çok sevdiğim bir oyuncu var. Bence dünyada gördüğüm en aktivist ruhlu insan. Çalıştığı ekipteki bütün insanları gözlemliyor. Arada kimin canı sıkkın, kim eziliyor, kimin neye ihtiyacı var takip ediyor. İşini kötü yapana sinirleniyor. Diğer tüm canlılarla da son derece yakından ilgilenen biri. Elinden ne gelirse yapıyor, koşturuyor. Ve bütün bunları sadece evrenle ilişkisi adına yapıyor. Bakıldığında, kendi dünyasında yaşayan bir insan. Çünkü aslında bunu herkese göstermek zorunda değil. Bunları teşhir etmek bir sanatçı hastalığı. Tabii ki bazen, bazı konularda, ortaya çıkıp, yumruğunu koyup ‘Bu böyle olmaz arkadaş’ demek gerekir. Seni seven, senden cesaret alacak insanlar var. Sen de boğazına kadar boğulmuş hissediyorsan, doğal akışında, patlayabilirsin. Ama genel olarak teşhire gerek yok. Sürekli bir personaya tutunmak, bundan ekmek yemek doğru değil. Görüyorum buna tutunanları; ‘İşte o aktivist bir insan, onurlu bir insan’ diye diye… Sonra adam şebelek gibi kalıyor ortada ve mecburen öyle davranmak zorunda bırakılıyor. Bu bana çok gülünç geliyor. Ben içimizde birçok persona olduğuna inanıyorum. Aktivist, kırılgan, anne, baba… Biz bunları elimizde top gibi çeviriyoruz. Ama bunlardan sadece bir tanesine tutunursak komik oluyoruz.

Beklemek ne demek?
Benim hayatta en zor yaptığım şey. Bu aralar beklemek deyince aklıma sette beklemek dışında bir şey gelmiyor. Geçen gün dedim ki, ben niye bu kadar sıkılıyorum sette? Beklerken bir şey yaparsan vakit geçiyor, yapmazsan geçmiyor. Bu sonuca vardım. Biz hayatta ölmeyi bekliyoruz değil mi? Ölmeyi beklerken de bir takım aktivitelerde bulunuyoruz. Ev kiralıyorsun, eşin oluyor, kedin oluyor, köpeğin oluyor, seyahat planlıyorsun, film çekmeyi planlıyorsun, roman yazmayı planlıyorsun… Bütün bunlar ebedi istirahatgahına uğurlanmadan önce yaptığın aktiviteler. İşte beklemek, böyle bir şey. O yüzden diyorum ki kendime, sette de kendine bir meşgale bul ki şikayet etme. Kitap oku, örgü ör, insanlarla sohbet et, sıkılınca git ablak ablak etrafa bak. Yani sonuçta, beklemek demek bir şeylerle iştigal etmek demek bence.

Bir oyuncu olarak hayatta beklemek sende nasıl bir duygu yaratıyor?
Son zamanlarda küçük egzersizlerle hayatımı kurtarmaya çalışıyorum. Oyunculuk çalışmaları yapıyorum. Oyuncunun duygu durumuna çalışıyorum. Benim için sinema, dizi, tiyatro hepsi aynı özeni gerektiriyor. Hiçbirini birbirinden ayırmıyorum ve aynı özenle yapmaya çalışıyorum. Buna çok önem veriyorum. ‘Bu kadarım’ diye düşünüyorum. ‘Şu an tiyatroda da olsam bu kadarım, bir filmde de olsam bu kadarım. Ama elimden geleni sonuna kadar yapıyorum’ diye düşünüyorum hep.

Peki bir oyuncu olarak, proje beklemek, iş beklemek, istediğin bir yönetmene kavuşmayı beklemek… Bu ne hissettiriyor?
Ben kendi kaderini yönlendirmeye çok inanıyorum. ‘Gitmek’ filmi olmasaydı ben bugünkü ben olabilir miydim? Herkesin bir çıkış noktası var. O güne kadar ben kendi halinde özel tiyatroda çalışan bir oyuncuydum. Sonra o anda dedim ki; bu film olsun. Ondan sonra da kendi hikâyemi yazdım. Ve bu sayede oldu her şey, gelişti. Ellerimi havaya açıp, Allah’ım gelsinler beni bulsunlar, ne olur güzel bir rol olsun diye bekleseydim olmayacaktı. Yok öyle bir şey çünkü. Doğru zamanda doğu şeyi düşünüp, yapmayı kovalamak önemli. Bu aralar bunu dert ediyorum aslında. Niye istediğim bir oyunu derlemiyorum, niye filmimi yazmıyorum, biri çekebilir diyorum. Kendimi aşağılıyorum. Benim beklememin yarısı kendimi aşağılamakla geçiyor. Ama bu aralar böyle. Çelişkili. Hem aşağılıyorum, hem dua ediyorum, hem de ne yapalım bu aralar böyle diyorum.

Kocaman bir film yaptın, ‘Gitmek’. Sonra neden durdun?
Bilmem ki ya. Rahat ve hazır iyi geldi herhalde. Sokak köpeği ile ev köpeği arasındaki fark gibi. O zaman sokak köpeğiydim, yemek için ormanları geziyordum, şimdi ev köpeği oldum, mamalar önüme koyuluyor. Bir hikâye var elimde şu an aslında ama bir türlü çalışamıyorum. Bilmiyorum. Bir şey beni tutuyor. Belki kırkıma geldim, ölüme biraz daha yaklaştım diye korkup hareketlenirim. Otuzla kırk arası yaydım herhalde biraz kendimi. Bir de ben o kadar huzursuz bir tip değilim. Genelde huzursuz, hiperaktif insanlar daha çok üretiyor, yaratıyor. Ben daha rahatım. Yönetmenlerde genelde o anlatma ihtiyacını görüyorum. Demek ki bende o anlatma ihtiyacı bu aralar o kadar yok. İcra etme isteği sanki daha fazla. Oyunculuğa daha çok taktım bu aralar. Duyguyu yaşatabilmek, doğallık… Bir de ne kadar daha az sosyalleşip, vahşileşirsen o kadar kendini bulabiliyorsun. İçindeki duygulara ulaşabiliyorsun. Genel olarak ‘yalnızlaşma’ durumundan baya iyi bir samimiyet çıkıyor. Filtrasyon sıfır. Bunun benim oyunculuğuma da iyi yansımaları olduğunu fark ediyorum. Bunlarla ilgiliyim yani bu aralar.

Sence başarı ne demek?
Bence on kere dibe vurup, bir kere yukarı çıkabilmektir. Sanıyorum. O zaman tadı doyumsuz oluyor. Ondan sonra da yirmi kere dibe vur, bir kere çık. Tadını aldın zaten. Beckettvari bir durum; denedin yenildin, yine dene yine yenil, bu sefer daha iyi yenil. Bana göre başarı budur. Kaybedecek bir şeyin olmamasıdır, birazcık aptal olmaktır. Şuursuzca heves etmektir. Heyecanla atlamak zıplamaktır. İyi yenilmektir başarı. Orada eğlence var çünkü. Tabii bizim nesil için bu alışılmış bir durum değil. Bu Beckett sözü söz konusu bile değildi. Başarısızlık eşittir yatak döşek yatmaktı, ölmekti. Ama çalışmalarda bulunup buraya getiriyorsun kendini. Aptal olma, kendine gülme becerilerini kazanınca rahatlıyorsun.

Yaşadığın bütün mesleki deneyimler, sana ne kattı ya da senden ne götürdü?
Ben iktisat okuyordum ve çok mutsuzdum. Defteri kebir vardır orada, çok zordur, ben asla yapamıyordum, ağlıyordum. Hâlâ da şu hisse senetleri meselesini anlamam mesela. Küçükken de matematik çalışılır ben aval aval bakardım. Hayal kurmak, felsefe yapmak, soyut düşünce bana daha yakındı her zaman. Ki oyunculuğunda soyut düşünceyle çok alakası yok. Zanaat yani, baya çatur çutur icra ediyorsun ve içinde matematik bolca var. Demek ki sonuçta bütüne bakınca, hayal kurmak ve matematik zekayı birbirine karıştırınca oyunculuğa varmışım ben. Dolayısıyla benden bir şey götürdüğüne inanmıyorum mesleğimin. Oynamanın, meşk etmenin, şenlenmenin çok güzel şeyler olduğunu bana göstermesi de, en önemli katkısıdır.

Kim ne yapar ne eder merak etmeden, sadece kendine odaklı yaşamayı başarabiliyorsun. Senin istediklerin, ruhun, özgürlüğün… Bunu nasıl yapabiliyorsun?
Tam öyle değil. Her şeyi biliyorsun, görüyorsun, merak ediyorsun, endişe ediyorsun ama bunun bir adım dışındasın. Çok değil de, bir adım dışındasın. Yoksa ben Facebook’tan, Twitter’dan her şeyi takip ediyorum. Kim nerede, ne yapmış, kim kimle ne yemiş, nereye gitmiş. Sadece sessizliğe çok alıştım ben. Beş kişiden fazla oluyorsak kafam tutuyor benim. Ama çelişkili bir durum. Bazen bu kadar elini eteğini çekmek, bir takım mecralardan kaçmak, varlığını ortaya koymaktan çekinmek mi diye düşünüyorum bende. Halbuki biraz daha oyuncu, sinemacı, tiyatrocuyla beraber olsam, insanları göreceğim gaza geleceğim, tembelliğim gidecek, niye kaçıyorum diye aklıma gelmiyor değil. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım durumu olduğunu bende düşünüyorum bazen. Bu konuda çok net değilim aslında.

Popüler kültür ne demek?
Ben baya Madonna, Michael Jackson, Ajda Pekkan ile büyümüş bir insan olarak ve hepsine de bayılırım, tüm yetmişler, seksenler dünyası beni etkilemiştir. Bir de ben severim o star olma, ikonlaşma durumunu. O personayı, halk figürü olmayı filan. Benim için popüler kültürün böyle bir karşılığı var. Bu kadar. Daha değerli ya da daha değersiz bir şey değil. Çünkü hani eleştirel bir durum vardır ya hep, solcular türkü dinler, çok lümpen şeylerdir bunlar gibi. Ben böyle kriterlerden nefret ediyorum.

Bir oyuncu neden popüler olmak ister? Ya da neden istemez?
Çok popüler olursan yolda yürüyememek diye bir şey var. Yediğin, içtiğin, gezdiğin her şeyin olay. Ben birkaç kere gördüm. Gerçekten yürüyemiyor insanlar. Popüler olmayı istemek meselesi de işte ikonlaşmak istiyorsun. Tanrısallık gibi bir şey. Madonna’ya bak, tanrı gibi hepimiz için. Ve kadın acayip iyi taşıyor bunu. Her anında öyle, bir anı bile boş değil. Bence tuvalete giderken bile öyle. Herhalde hayatından da çok memnundur diye düşünüyorum. Sen ve teban var düşünsene. Ölümsüzleşme isteği bir nevi. Ki ölümsüzler de zaten. Greta Garbo dediğin zaman dünya duruyor hala. Bunlardan dolayı istenir muhtemelen popülerlik.

Kaybetmek ya da kazanmak! Bunların sende ki karşılığı nedir?
Ben küçükken kaybetmekten nefret ediyordum. Ağlardım, tepinirdim. Sanki kaybetmek çok kötü bir şeymiş gibi. Hala da var öyle bir durum. İçimde tezatlıklar var benim. Bütün söylediklerimle içimden gelenler arasında tezatlıklar var. Hep bütün bunlar arasında bir denge kurmaya çalışıyorum. Geçen gün okey oynarken iki el hiç açamadım ve çıldırdım. Alıp o okey tahtasını benimle makara yapanların kafasına geçirmek istedim. Ama insan kaybetmekte tamamen durum değişiyor. Terk edilince, ya da iş kaybedince. Orada her şerde bir hayır vardıra bağlıyorum. Deneyimle sabittir ki öyle kaybetmek, bir şey değildir. Başka yerlere yelken açacaksın demektir. Çok çocuksu bir durum benimkisi. Şans oyununda kafayı yemek ama diğer konularda başka kapı meselesine inanmak. Aslında bir diğeri olmadan hiçbirinin bir anlamı yok. Devamlı kazansan ne olacak? Daha fena, tam bir trajedi. Ama şans oyunları başka. Elli kere yensem sıkılmam.

Hayatta ve oyunculukta sahicilik nedir?
Şimdi normal hayatta şu kapıdan hoşlandığın biri girdiğinde kalbin bom bom atar. Ama sen bunu oynayacağım dediğin zaman, bu kalbin atmıyor arkadaş. Ben onu attırmayı beceremiyorum. Gerçek hayatta olduğu gibi karnına tekme yemiş, kalbin yerinden fırlayacakmış gibi hissetmek filan. Yani bunu yakalayan varsa öpeyim alnından. Sadece o anı hatırlamaya çalışıyorsun. Kalbin atmıyor o sırada ama o bom bom sesini hatırlamaya çalışıyorsun. Hangisi samimi? Oyunculukta sahicilik diye bir şey yok bence. Her koşulda yalancılık. Ve herkes o kadar iyi yalan yapamaz. Herkesin harcı değil. Bu tabii benim deneyimim. Tersini yapabilen beni arayıp yöntemini anlatsın, lütfen. O yüzden bence, mimik ve klişelerden kurtulup, normal hayattaki heyecanına en fazla ne kadar yaklaşabiliyorsun, mesele bu. Hayatta sahicilik ise, çok sıkıcı bir şey. Genelde sahiciyim ben hayatta. Bazen çok baskı oluşturuyor. Ama farklı dönemeçler, abukluklar, rezillikler var ya hayatta, bunların farkında olmak ta bir nevi sahiciliktir. İçinde bulunduğun koşulları asla gözardı etmeden, dalga geçebilmek, absurd taraflarını da görüp, o bilinç düzeyine çıkabilmektir sahicilik.

Kısa Kessek

Vicdan nedir:
En önemli ve en ayak bağı şeydir.
Üretim de seni ne etkiler:
Disiplin.
Hayalindeki en büyük proje:
Dünyayı gezmek.
Gemiyle, kıtalararası.
Yüreğin burkulduğunda
çıkış yolun:
Gözyaşın bitene kadar ağlamak.
Proje seçiminde ölçün:
Bana dokunacak
bir tema olsun yeter.
Galip ve mağlup kelimeleri
sana ne ifade ediyor:
Azrail ve Mikail.
Ruhunu ne gülümsetir:
Aptallıklar, sarsaklıklar.
Ruhunu ne acıtır:
İnsanların, çocukların
yoksulluğuna tanık olmak.
Kalabalıkta yalnız
olmak var mıdır, yok mudur:
Yüzde yüz var.
Oyunculara sözün:
Tez-antitez, tez-antitez, tez-antitez…
Yönetmenlere sözün:
Ne yaptığınızı, ne çektiğinizi,
hücrelerinize kadar iyi bilin.
Gidecek olsan nereye gidersin: Yunanistan
Senin için umut:
Fakirin ekmeğidir.