Son bir kaç sene içinde güncel sanat alanında farklı sergi ve yayın projeleri aracılığıyla belirli bir kuşağı tanımlamaya girişildi.

Son bir kaç sene içinde güncel sanat alanında farklı sergi ve yayın projeleri aracılığıyla belirli bir kuşağı tanımlamaya girişildi. Yetmişli yılların ilk yarısında doğanlar belki de şöyle geriye bakıp yapıp ettiklerini tartma gereksinimi hissettiler ve seksenli yıllarla doksanlar arasındaki değişimleri tarttılar. Belirli bir ifade alanını oluşturduktan sonra bunu daha önceki kuşağınkiyle karşılaştırmaya başladılar ve kendileri takip edecek genç kuşağa göz ucuyla bakmaya başladılar. Son haftalarda Birgün'ün kültür sayfasına da belirgin biçimde taşındı bu konu. Bilmiyorum benzer tartışmalar diğer kültürel alanlarda da aynı yoğunlukta ilerliyor mu� Aydan Çelik geçtiğimiz haftalarda kaleme aldığı yazısında daha önce aldığı dört yıllık işletme lisans eğitiminin aslında bir yıl içine sıkıştırılabileceğini söylemekteydi. Aydan ile aynı alanda eğitim görmüş olmanın ilginçliği yanı sıra, işletme bölümü konusunda benzer bir ekşiliği paylaşmamız ve lisans sonrasında bambaşka alanlara kaymış olmamız da kuşağımız hakkında bazı ipuçları veriyor gibi geliyor bana.

Seksenli yıllar beton rengiydi; okulda üniforma giyilirdi; Özal çağıydı; anne ve babanıza ben grafik tasarım okumak istiyorum diyecek cesaret bulamazdınız; gündemdeki yükselen hedef işletme okumaktı; sonrası nasıl olursa gelirdi; hem işletme okuyunca insan belirli bir şey de olmuyordu sonuçta� Aydan'a benzer biçimde işletme eğitiminin kolayca üç aya sıkıştırılabileceğini söyledim hep. Okullarda işletme olarak verilen şey bir bilme biçimi, belirli bir alana dair bilgi sunmuyordu çünkü -çoktan galip ilan edilmiş ideolojik bir yaşam biçimini empoze etmekle yetiniyordu. Uygulamaya konulan yenilikler karşısında işyerindeki çalışanların gösterdikleri direnişe nasıl yaklaşılabileneceğinin tartışıldığı dersin sonunda sahte bir samimiyetle "çocuklar tabii bir de son bir yol daha vardır, gidersiniz direnişin başındaki adamı satın alırsınız" denebiliyordu. Finallere takım elbise ve kravatla girenlere fazladan on puan veriliyordu. Maslow'un ihtiyaç kuramı denen araçsallaştırılmış psikoloji ürünü yüzeysel şema altı ayrı derste ısıtılıp öğrencinin önüne konuyordu. Finans dersine giren hocalar verdikleri danışmanlık hizmetlerinden zaman bulduklarında okula Alfa Romeo'larıyla gelirken, İş Hukuğu dersine giren hocalar öğrencileriyle paylaşıyordu sıkış pıkış halk otobüslerini.

Liseden pek çok arkadaşım belli bir süre sonra aslında istemedikleri bir bölümde okuduklarına karar verdiler ve bambaşka alanlara kaydılar. Çoğu ciddi bir yıpranma süreci sonucunda başarabildiler bu geçişi. Kimisi de çakılı kaldı hayatlarındaki hayal kırıklığına. Nefret ettiğim işletme eğitimime iki şey borçluyum aslında. Öncelikle neo-liberalizmin kültürel mantığının ne olduğuna dair içeriden bir bilgi sağladığı için. İkinci olarak da ders çalışmaya zaman ayırmaya lüzum bırakmadığı için. Doksanlı yıllara girilmişti artık. Beyoğlu genişlemeye, ayrıksı yazarlar çevrilmeye, altkültürler oluşmaya, genç erkeklerin saçları uzamaya başlamıştı bile. İstanbul'da Ortaköy vardı o zamanlar, Akmar vardı, KentFM vardı, Stüdyo İmge vardı, Grunge vardı. Ve renkler geri gelmişti -ve sol da� İnsanın çılgınlık yapası geliyordu artık. Askerden yırtmak lazım -yahu sanat tarihi yüksek lisans yapsam ne olur acaba? Bilmiyorum hikayesi benzeyen var mı aranızda�