Edebiyatın pek çok alanında ürün veren, sinema sanatı ile ilişkisi eleştiriden uygulamaya (senaryo yazarlığı, belgesel yapımcılığı) uzanan bir Rönesans insanıydı Onat, bugün örnekleri pek az olan…

Onat’ı özlüyorum…

Vecdi Sayar

30 Aralık 1994 akşamı… Televizyonda altyazı geçiyor: “Taksim’de terör saldırısı… Onat Kutlar ağır yaralı”… Takvim 11 Ocak’ı gösterdiğinde, yirmi yıllık bir beraberlik, düşünce ve eylem arkadaşlığı noktalanıyordu, nice anıyı geride bırakarak…

12 Mart’ın karanlık günlerinde tanışmıştık. Erdal Öz’ün yönettiği Sinematek’in Ankara şubesinin müdavimlerinden biri olarak, ekonomik koşullar nedeniyle fazla uzun ömürlü olamayan bu şubeyi yeniden hayata geçirmeyi hayal ediyordum. İstanbul’a gidip, Onat’la görüşüyorum. “Hayır, bir daha girmem o maceraya” diyor. İnat ediyorum; Ankara Sinematek Derneği’ni açıyoruz, Ankara’nın sinema dostu aydınlarıyla birlikte. Yıl, 1974. Onat, bakıyor ki bizim pes etmeye niyetimiz yok, desteğini esirgemiyor. Sinematek’in 10. yıl kutlamaları sırasında, artık bırakmak istediğini söylüyor ve İstanbul’a gelerek, Sinematek yönetmenliğini üstlenmemi istiyor. Karşı çıkmak ne mümkün! İstanbul’da neredeyse her gün beraberiz artık…

Bu beraberlik, 1978-80 arasında, Ahmet Taner Kışlalı’nın önerisi üzerine kurduğumuz Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nin kuruluşunda (Onat, İstanbul Film Yapım ve Gösterim Merkezi’ni oluşturuyor), 1979 yılında gerçekleştirdiğimiz -İstanbul’un ilk ciddi film festivali olan- Balkan Film Festivali’nde, birlikte katıldığımız jürilerde (1979 Antalya Film Festivali jürisinin sansürü protesto ederek, ödül vermediği yılı nasıl unuturum?), 80 darbesinden sonra, İKSV bünyesinde İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde sürdü... Tabii, gazetelerde, sanat dergilerinde, 1 Mayıs meydanlarında, yurt dışındaki film haftalarında, festivallerde, Özerk Türkiye Sinema Kurumu’nun kurulmasına yönelik çalışmalarda, panellerde, sempozyumlarda, Yılmaz Güney’e ve onu izleyen genç sinemacılarımıza sahip çıkarak sinemamızı uluslararası plana çıkartma çabalarında, ‘Ulusal Sinema’ savıyla ortaya çıkarak, Sinematek’e saldıran Yeşilçam’ın ‘taklitçi’ tüccarlarına ve sinemamızın can düşmanı sansüre karşı verilen mücadelelerde de…

O günlerden bu yana değişen ne kadar az şey var (Onlar da, geriye doğru). Sinemamız o sırada, Anadolu işletmecilerine bağımlıydı. Şimdi, Güney Koreli bir dağıtım tekeline… Sinema Kurumu, hâlâ bir hayal; sansür kalkmadığı gibi, yasası bile çıktı… Sinema örgütleri gene Bakanlık ile uyum sağlama telaşında. Sanatçıların muhalif seslerine tahammülsüzlük, eski günleri aratıyor. Tutsak olmak ya da işinden olmak istemiyorsa suskun kalmak zorunda bırakılıyor sanatçı… 80’li yılların birinde, TÜSES’in ‘Kültür Politikaları’ raporunda, “Özal dönemi, ülkemizde ciddi alternatif kültür odaklarına hayat hakkı tanımamaktadır” diye yazmıştı ve raporda dile getirilen özlemleri şöyle özetlemişti: “Özgürlükçü, çağdaş, sivil, demokratik, laik, hoşgörülü, katılımcı, üretken bir kültür ortamı...” Bugün, bu kavramlardan hangisinin geçerli olduğunu söyleyebiliriz?

Edebiyatın pek çok alanında ürün veren, tüm sanat disiplinleri ile ilgilenen, sinema sanatı ile ilişkisi eleştiriden uygulamaya (senaryo yazarlığı, belgesel yapımcılığı) uzanan bir Rönesans insanıydı Onat, bugün örnekleri pek az olan… Ve gene bugün çok ihtiyaç duyduğumuz bir başka özelliği: sorumlu aydın tavrı… “Pinochet ve öteki köpekler!” diye sesleniyordu Şili’nin faşist generallerine, bir TİP gecesinde…

Unutamadığım anılar arasında, 1980 darbesine ilk toplu karşı çıkış, “Aydınlar Dilekçesi”nin hazırlanışı ve sonrasının özel bir yeri vardır… Belleğim beni yanıltmıyorsa bini aşkın imza ile Köşk’e sunulmuştu dilekçe, ama darbeci generaller imza kampanyasının planlayıcılarına -yaklaşık otuz kişiydik- dava açmayı yeğlemişlerdi… Soğuk bir kış gecesi, İstanbul- Ankara yataklı treninin kompartımanlarından birindeyiz. Sabah duruşmamız var ve biz hâlâ savunmamızı hazırlamamışız. Kalemlerimizi sivriltip, başlıyoruz yazmaya… 1 Kasım 1985 günü mahkemede art arda okuyoruz savunmalarımızı… Sanki bugünleri anlatan savunmasından kısa bir bölümü paylaşarak bitireyim:
“Bu dilekçeyi demokratik yaşamımızın onur belgelerinden biri olarak görüyoruz. Kimse, Atatürk Cumhuriyeti Türkiyesinde ya da başka bir toplumda, tek başına ya da bir grup olarak toplum iradesini mutlak anlamda temsil ettiğini, daima en doğruyu, en yararlıyı düşündüğünü ve söylediğini, farklı düşünen herkesin ihanet ve yanlışlık içinde olduğunu iddia edemez. Ülkemizde böyle bir tavrın yanlışlığını söyleyecek aydınlar, bizi daha demokratik bir ortama götürecek siyasi birikim vardır ve olacaktır”…