Bu bakış, bu tavır bu tarz, bu surat; tam da annemin ‘çıyan gibi’ dediği bir tip. Eski savcı; malûm gazetelerden birinde yazıyor. Diyor ki, “‘parasız eğitim’ pankartına sadece pankart olarak bakmayın , terör örgütü bağlantısı var, işte o yüzden onca yıl hapis”.
 
Bu pankart ‘terör örgütü’nün talimatıyla açıldıysa, demek ki bu örgüt salt terör, yani insanları dehşete düşürmeye yönelik şiddet eylemi temelinde tanımlanamaz ya da bir örgütü ‘terör örgütü’ diye yaftaladın mıydı bu örgütün yaptığı her şey terör olarak nitelendirilemez.
 
Bunlar tam tamına çağını ve coğrafyasını şaşırmış Engizisyon iblisleri. Bir tanesi de çıktı ‘muhafazakâr sanat’ dedi: A be yaratık, sanatın muhafazakârı olabilir mi? Sanat dediğin, sıradanın, yüzeyselin, ilk bakışta duyulup görülebilirin sınırlarını devirip yıktığı ve bu sınırların ötesini duyumlanabilir kıldığı ölçüde sanattır ve işte bu yüzden de zorunlu olarak bilimle el ele, ancak bilimden de bir adım daha ileride ve daha değerlidir; zira, bilim ‘sıradan’ın ötesini sadece akla anlatırken, sanat duyumlanıp yaşanır kılar.
 
Bir de, gerçek köpekler beni affetsin, kuduz takımı var ki, hiç mi hiç utanmadan, insanların en mahrem yaşantılarının izlenip kaydedilmesini, sonra bütün kamuya yaygınlaştırılmasını savunuyorlar; iki arkadaşın, dostun veya sevgilinin birbirlerine söylediklerinin bile dinlenip sonra da suç delili veya itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılmasını meşrû görüyor ve de zaten bunu her an/daim yapıyorlar. Bu kuduzların en uyuzları ise, daha bir bilgili/entelektüel ayaklarda 19 Mayıs gösterilerini faşist/militarist ilân ediyor; ‘başbakana dokunmak ibadettir’ diyen putperestlerin cezbeye kapılmış onbinler hâlinde yaptıkları stat ayinlerinin ne olduğunu hiç söylemeden: Bu uyuz takımı bilmez ki, 19 Mayıs’ta askerî lise öğrencilerine eşlik eden parça Offenbach’ın ‘cancan’ı (Gaîté Parisienne-Paris Neşesi), liseli kızlarla oğlanların dansları da iki muhteşem Osmanlı-Türk valsi  (Hamamîzade İsmail Dede Efendi’nin ‘Yine bir gülnihal’i ile Zeki Müren’in ‘Beklenen Şarkı’sı) üzerinedir.
 
Birinin de kanına dokunuyormuş, Piyer Loti adı. Kürecik veya kendi insanını bulup öldürsün diye ‘gavur’dan predatör dilenmek birinin kanına dokunmuyorsa, o kişi bilsin ve de emin ve rahat olsun ki, onun kanına değil Piyer Loti, Napolyon bile dokunamaz; daha doğrusu Piyer Loti’nin dokunduğunu sandığı şey, kesinlikle kanı değil, başka bir şeyidir; zira, olmayana dokunulamaz.
 
Bütün bunlar beni büyük bir kızgınlık ve derin bir teessüre sürüklemişken, neyse ki müjdeli bir haber de gelmekte gecikmedi: Kürt sorununu, çözerse  Erdoğan çözermiş.
 
Aşk olsun sana sevgili Zana: Bu sana hiç yakışmadı. Ancak şunu da unutmayalım ki, darbenin başbakan yardımcısı ve neo-liberal vahşetin bânisi Özal’ı da, soruna çözüm getirecekti de o yüzden öldürdüler diyenler de var.
 
Bu yazıyı, 2005 Kasım’ındaki bir BirGün yazımdan bir satırlık bir alıntıyla bitireyim: “…  Ahmet Taşgetiren; başyazarı olduğu Yeni Şafak’tan atıldı; başbakanın ‘Kürt Sorunu’ popülizminin sahtekârlığını fâş etti diye. Dürüstçe dedi ki, mesele, bu sözleri (Kürt sorunu benim de sorunumdur, devletler de hata yapar ve bu hatalarla hesaplaşmalıdırlar, sorun daha fazla demokrasiyle çözülür, falan filan)  sarf edip pazarlık masasına getirecekmiş gibi yapma manevralarıyla çözülmez; önce bir gönül bağı kurmak lazım…”..