Eskiden de kimi gurbetçi tayfası, hava atmaya gelirdi. Marka ayakkabıyı, arabayı, çikolatayı onlarda görürdük. Acıklı olan caka satmak değildi, başka yerde ezilenin, kolaylıkla ezen olabileceğini hatırlatmasıydı.

Önce can sonra elektronik eşya!

Alper Turgut

Ziyadesiyle komik ve eğlenceli olan, hani pek meşhur “Hayalet Avcıları (Ghostbusters)” filminden tam 37 sene sonra, serüvenin devamına odaklanan ve Z kuşağıyla harmanlanan “Hayalet Avcıları: Öteki Dünya (Ghostbusters: Afterlife)” gösterime girdi, nihayet! Ne gereği vardı dediğim ikinci filmle, oldu mu bu şimdi diye söylendiğim kadın hayalet avcılarını es geçiyorum elbette. Hah! Yapıt, çok bildik seri Stranger Things ile kısmen benzeşiyor, lakin hakkını da teslim edelim, atmosfer güzel, eee efektler de güzel, ilk filmden bağını kopartmamak güzel, ergenler kadar yetişkinler de keyifle izler, özetle.


Ancak ben başka bir yere varacağım, müsaadenizle. Filmi, özel gösterimde, “Screen X” (panoramik film formatı denebilir) teknoloji için tasarlanan sinema salonunda seyrettim. Benim için bir ilk idi, 270 derecelik perde, çoklu perde filan, öyle çok ilgimi çeken şeyler değil! Arada görüntü yanlara kayıyor diye, vay babo, ben nasıl deneyim yaşadım lo demem, diyemem. Hatta üç boyutlu film, yok 5 D sinema, gözlüğü tak (eskiden kaynakçı gözlüğü gibi ağırdı, ammaaa havalıydı be, şimdi tırt, plastik, hafif, oyuncak muadili), iyice karanlığa gömülen beyazperdede gözlerini korumaya çalış. Bunlar hep detay, hep kenar süsü. Sonra da otur ve gerçek sinema budur diye, senaryonun tükendiğini ispatla mükellef olan projeleri izle. Kâh bir çizgi roman uyarlaması, kâh yeniden çevrim, kâh da benzer işler.

İlk Hayalet Avcıları sırasında, yazlık sinemalar ile sokağa açılan sinemalar vardı, rahat koltukmuş, ses teknolojisiymiş, görüntü kalitesiymiş, resmen bihaberdik. Hatta İstiklal Caddesi’ndeki bir eski sinemada, arka koltuğa düşmüş idim, salon tuvalete yakındı hem sidik kokusuyla mücadele ediyordum hem de önümü kapatan hain kolonu aşmaya çabalıyordum. Tek derdimiz iyi bir film izlemekti, rahatlık, konfor aklımıza bile gelmez, bize içerik, bize mesele, bize fikir yeterdi. Hormonlu sinemanın, yani bol kepçe CGI ile sunulan şeylerin, yeni sinema diye etiketlenmesi, bir parça yeni Türkiye mevzusuna benzemekte, yol yaptık, betona beton kattık, köy bırakmadık, tüm kasabaları şehre oturttuk, tarımı, hayvancılığı salladık, ithal etmeye doyamadık. Amannnnn, feryat figan, falan filan.

Elbette eski Türkiye de pek akıl izan işi değildi; baskı mevcuttu, zor mevcuttu, karaborsa mevcuttu, mafya mevcuttu, dolandırıcılar mevcuttu. Birçok saçmalık hayatın ta içindeydi. Kıssadan hisse, dünya değişti, teknoloji gelişti, bizler, hep yerimizde saydık, her geleni farklı sandık, aldandık. Normal bir Türkiye’ye hasretiz derken, kimse şaka yapmıyordu. Hâlâ ve inatla iki taraf da eskinin ve yeninin en iyisi olduğunu savunuyor. Biz ve bizim gibilerin, memleketimizde kendimizi uzaylı (Sosyal adalet savaşçıları, her şey gibi buna da karşı, ne diyek, armut mu? Yahu kardeşim, biz de onlar için uzaylıyız, hahahhahaaa hepimiz aynı kainattayız, tasa yok!) gibi hissetmesi de tam olarak bu sebepten. Ah! Tüm bu tuhaflığa aidiyet hissedememek, belki büyük mutluluktu. Kim bilir?

Memlekette beyin göçü, dur durak bilmiyor, aralıksız sürüyor, gençler gidiyor, tastamam, aynı tas aynı hamam muhabbetinden bıkarak, her neredeyse yeni bir hayat, ona tutunmaya çabalayarak. Gayet anlaşılır. İşte iktidar kadar, muhalefet de onlara bir umut, bir ışık, bir yol, bir hedef verememiş demek ki. Türkiye şunu kaybetti, şurası bunu kazandı tipi ve benzer içerikli iletilere takılıyor sayın halkımız, ardından kimi yallah anca gidersin diyor, kimi lütfen gitmeyin, mevzileri terk etmeyin. Lakin hiçbir yetişkin, suç bizde demiyor, sadece akıl veriyor, bik bik ediyor, kafa ütülüyor. Bir büyüğe danışılırdı ya, artık geçerli değil, harbiden rakı bile daha olgun ülkemde.

Buradan gidenlerden daha fazlası buraya geliyor. Türkiye, kocaman bir mola yeri, bir ara durak, bir istasyon aslında. Parayı toparlayan, yolunu bulan gidiyor, gidecek. İş, aş, özgürlük, eğlence, eğitim, saadet, memnuniyet, artık ne arıyorsa, onu yakalamaya çalışacak. Ekonomik krizin bariz hissedildiği, zamların, suskunlukların, mutsuzlukların, umutsuzlukların yurdunda, konuk kadar, evin sahibi de firar ediyorsa, orada insanlık kanamakta, ortada bir kocaman dram yatmaktadır. Kuşkusuz.

Herkes gitmiyor ha, iktidar yandaşları kadar, biz inatçılar da hâlâ buradayız. Türkiye’nin halleriyle, ucuz tatil kazanmış turistleri, gurbetçileri saymazsak, elbette. Hele hele şu kadar dolara, bu kadar avroya şunu aldım Almanya’da, ABD’de diyerek, fişlerinin fotoğrafını paylaşan tipler var. Bu denli şuursuz olmak da hüner ister ha, vicdansız desem, zaten anlamazlar. Eskiden de kimi gurbetçi tayfası (genellemedim, ki genelleyebilirdim de), hava atmaya gelirdi. Marka ayakkabıyı, arabayı, çikolatayı onlarda görürdük. Acıklı olan caka satmak değildi, başka yerde ezilenin, kolaylıkla ezen olabileceğini hatırlatmasıydı. Bu cephede yeni bir şey yok. Kibir ile alçakgönüllülük, bambaşka şeydir.

Sohbetlerimiz bile aman bilgisayarına iyi bak, telefonunu çok sıkı koru, televizyonunu pamuklara sar, sen elinde yıka bulaşıkları, bulaşık makinesini yatır uyusun, çamaşırları leğende çitile, çamaşır makinesi dinlensin, zaten artık rüyamızda yenilerini alırız tarzına erişebildiği yerde, sunturlu bir gariplik yok mudur? Her şey ateş pahası, resmen yanıyor ortalık, malum ahali, emperyalizm ve kapitalizme karşı savaşın bedeli bu diyor. Son model lüks ithal arabaya binen bir antikapitalist, hiç değilse şakanın komik bir tarafı vardır. Bu düpedüz sayıklama.

Akşam saatinde bazı marketler yoğunluğu kaldıramıyormuş, niye mi? Çünkü tek kasa çalışıyormuş, diğer emekçiler, gün içerisinde ikinci zammı giriyorlar çünkü etiketlere. Süpermarket çalışanları, birer canlı sayaç olacaklar bu gidişle, sürekli artan, tıkır tıkır çalışan. Ne yazık.

Üçüncü doz aşımı oldum, ilk ikisi gibi değildi, bu üşüme bir terleme yaptı sırasıyla, hasta etti iki gün, sonra cin gibi oldum yine. Hasta gibi hissederken de acaba ben mıknatıs mı oldum demedim, tanımsız maddelerin bağımlısı oldum da demedim, hunharca komplolar aramadım. En nihayetinde bilim, ah ne çok severim.