Çok şey istemiyordum. Çıkmaz sokakta çiçek satıyordum. Gelenim geçenim tanıdığım olsun istiyordum

Önce götürürler barış isteyeni

SİNEM SAL / @sinemsal

“Savaş istiyoruz!
En önce vuruldu bunu yazan…”
Brecht

Barış istiyoruz!
En önce vuruldu bunu ya…

Çıkmaz sokakta çiçek satıcısıydım. Önümdeki dört büyük plastik kova içinde papatyalar, frezyalar, kırmızı güller ve sarı nergisler vardı. Üç kıştır üstümden çıkarmadığım yeşil montumun içine çektiğim ellerimi ara ara nefesimle ısıtıyordum.

Çok kişi almasındı çiçeklerimden. Fazlasında gözüm yoktu. Akşamları Umut’un yanına kıvrıldığımda karnı tok olsun yeterdi. Küçük ayaklarını bacaklarımın arasında ısıtmaya çalıştığımda zaten sıcak olsalardı yeterdi. İçerideki odada uyuyan annem, uykusundan uyanıp ilacını içmek için mutfağa geçtiğinde buz gibi suyu içmeseydi, yeterdi.

Altunizade’de bir çıkmaz sokakta çiçek satıyordum. Hayata yabancı olmak istemiyordum. Tanıdık birilerini arar gibiydim hep. Haftada bir gün, Hâki Bey, eşine çiçek alırdı. Kırmızı güllerden. Karşıdaki Şen Apartman’da otururlardı. Beşinci katta. Emekli öğretmendi. Özel bir okulda öğretmenliğe devam ediyordu. Haftada bir, eşine kırmızı güller alıyordu. Tekrar söylememde fayda vardı.

Bazen, olur da sokakta bir eve misafir gelen birileri olursa benden çiçek satın alırdı. Sert ve kabuklu ellerimle jelatin kağıdını keserdim. Hep aynı soruyu sorarlardı bana: “Neden çıkmaz bir sokakta çiçek satıyorsun ki?” derlerdi. Bir hikâyesi yoktu aslında. Dedim ya ben dünyaya yaklaşmak istiyordum. Bu benim kendimi yabancı hissetmeyişimin bir yoluydu adeta. Gelip geçenler bana da selam versin istiyordum. Gülümsesinler bana. Adımı bilsinler. Günaydın Feza, desinler. Benim içim ısınsın.

Acı, hayatı sevmek için bulunmaz bir mayaydı. Acısı bol olanın hayatı kabarıyordu, yükseliyordu. Ufacık bir el değdiğinde bile pof diye sönüyordu sonra. O yüzden böyle insanlara, kimse yanaşamıyordu. Biliyordum. Başıma gelmişti.

Bir akşamüstüydü. Hâki Bey, takım elbisesinin üstüne giydiği siyah paltosunu çıkarıp koltuk altına sıkıştırdı. Sigarasını yaktı. Bana doğru yürüyordu. Seyrelmiş saçlarını sol eliyle düzeltti. Hasır taburedeki kırmızı çantamı alıp dizlerimin üstüne koydum. Elimle buyur ettiğim tabureyi çekip oturdu. “Nasıl gidiyor işler?” diye sordu. “Nasıl gitsin işte… iyi çok şükür. Karnımız doyuyor.” dedim. Olan da buydu. Karnımız doyuyordu. Fazlası fazlaydı.

“Sizin,” dedim. Dudağını büktü. “İyi,” dedi “Nesrin fena üşütmüş. Evde içmeyeyim dedim ben de. Biraz nefes alırım diye şöyle bir turladım.” dedi. Nefes almak lazımdı tabii ya. Hâki Bey, bütün gün çalışır, akşamları da şeker ve tansiyon hastası eşine bakardı. Huysuz bir kadındı Nesrin Hanım. Yüzüme baka baka halı silkelerdi balkondan. Eşinin benden aldığı kırmızı çiçekler kuruyunca, gelir yanımdaki çöpe atardı. Bir kez bile gülümsediğini görmemiştim. Hâki Bey, sanki endişeliydi. Bir telaş vardı üstünde. Gömleğinin yakasıyla oynuyordu. Sigarası bitmeden ikincisini yakmıştı. “Bir şeyiniz mi var?” diye sorabildim sessizce geçirdiğimiz birkaç dakikadan sonra. “Mutsuzluğumuz,” dedi.

Sustuk. “Sen,” dedi bana bu güllerden bir buket yapıver. Ben şu bakkaldan bir paket daha sigara alıp geleyim.” Kalktı. Paltosunu taburenin üstünde bıraktı. O soğuk havada öyle yürüdü. Serindi. Kırmızı güllerin hepsini alıp beyaz bir ambalaja sarmaya başladım. Keşke bir kurdele olsaydı. Keşke o kurdele, Nesrin Hanım’ın mutlu olmasına yetseydi.

Düdük sesi, sokağın içinde yankılandı. Biçimsiz bir düdük sesi. Her şeyi yarıda bırakan bir düdük sesi. Bayrakları yarıya indiren bir düdük sesi. Oldum olası sevmedim. Mavi montunun içindeki, masmavi gömleğiyle bana doğru geliyordu. Yüzü sevimsizdi. Sertti. Sesine yumuşak hiçbir şey değmemiş gibi donuktu. “N’pıyorsun sen burda?” diye bağırdı, “toplan çabuk.” Sesimi çıkarmadım. Toparlandım. Arkadan gelen iki görevli plastik kovalarımı önce devirdi sonra topladı. Güçlerini kanıtladı. “Tabureye dokunmayın,” dedim. Haki Bey birazdan gelecekti. Ona kırmızı güllerden bir buket yapacaktım. Eşiyle barışacaktı. Belki mutlu bile olacaklardı. Ama izin vermezlerdi. Plastik kovaları ve çiçekleri yüklenip bir tabure üstündeki paltoyu orada bıraktım. Yerde ezilmiş çiçeklerim vardı. Öylece bıraktık.

Çok şey istemiyordum. Çıkmaz sokakta çiçek satıyordum. Gelenim geçenim tanıdığım olsun istiyordum. Belki Hâki Bey ve Nesrin Hanım mutlu olurlardı. Ama olmazdı ki önce götürürlerdi barış isteyeni. Çünkü herkes barışırsa kimse kimseye çiçek de almazdı. Sonra satıcılar kaybolurdu. Sonra zabıtalar… sonra devletler… kimse, hiç kimse istemezdi ki barış olsun, bunlar gelsin başımıza.