Önce doğa vardı. Canlı cansız bu âlemde yaşardı. Sonra 200-300 bin yıl önce kendisini hayvanlardan ayıran homo sapiens! Yani önce insan vardı.  Ne baş, ne taç! Herkes eşit idi. Doğa ile insan baş başaydı, cümle canlılar iç içeydi. Ne taht, ne kral, ne ezen, ne ezilen vardı. İnsan dinsizdi. Dili ve milliyeti yok idi. Sadece […]

Önce doğa vardı. Canlı cansız bu âlemde yaşardı. Sonra 200-300 bin yıl önce kendisini hayvanlardan ayıran homo sapiens!

Yani önce insan vardı.  Ne baş, ne taç! Herkes eşit idi. Doğa ile insan baş başaydı, cümle canlılar iç içeydi.

Ne taht, ne kral, ne ezen, ne ezilen vardı. İnsan dinsizdi. Dili ve milliyeti yok idi. Sadece doğal insan idi. Tüm kerametler onun aklının ürünüydü.

Hatta Tanrı bile yoktu. Onu yaratan da insandı. Peygamberler henüz doğmamıştı. Her şeye ‘kadir’ kutsal kitaplar yazılmamıştı.

Para nedir bilinmezdi. Duman ile haberleşen insan, dijital felaketleri keşfetmemişti. Henüz mağaradan uzaya yolculuk etmemişti. Sadece doğaya ve doğallığa sığınmış insan vardı.

Sonra insan aklı daha da gelişti. Toprağın bereketini keşfetti. Ekti, biçti, ürün elde etti. Ürün çoğaldı. Paylaşım dert oldu. Sonra güç belirdi. Tapusuz dünyanın toprağına sahipler çıktı. Toprağa ve üretim araçlarına sahip olup insan sömüren ve onun ürettiklerine el koyan oldular.

Beylikler kuruldu. Sonra beşeri ve ilahi güç sahipleri ortaya çıktı. Tanrılar gökyüzünün gücünü, krallar ise yeryüzünün tanrıları olarak devleti kutsallaştırıp insanı ve doğayı kontrolü altına aldılar.

Biri İnsanın Bedenine, Diğeri Ruhuna Göz Dikti. 

Biri emeğini, diğeri ruhunu sömürdü. İnsanın haklarını çaldılar. Ondan kul yarattılar. Kula kulluk düzeni geldi. Tebaa ya da ümmet oldular. Olmayanların katli vacip, olana kulluk daimdi.

Kimi meşruluğunu dinden, kimi geleneklerden aldı. Mutlakiyetçi idiler. Kendilerini kral, padişah, imparator, Tiran, ruhban sınıfı, şeyhülislam diye tanımlarlar. Saraylarda yaşarlar. Hedeflerinde ise insan var!

İnsanları birbirlerine düşmanlaştırdılar. Din ve toprak kavgasının mağduru, kaybedeni ve öleni sadece insanlardı.

Yeryüzü kralları ve tanrıları ‘kahraman’ ve ölümsüzdüler. Tanrılar için öldürmek ve ölmek sadece kullara mahsus bir ‘şehitlik’ mertebesiydi.

Kullar ve tebaalar eski insanı özlemişti. İsyan edip yeniden insan olmak istediler. Bu kez devrimler oldu, bedeller ödendi. Ulus devletler kuruldu. Kimi er, kimi geç kuldan yurttaşa geçti. Kimi de hiç değişmeden kulluğa devam dedi.

Tanrıların devletinden, demokratik ve hukuk devletlerine ve yurttaşlık haklarına geçiş̧ kolay olmadı. Kimi meşruluklarını halkın kendi iradesine dayalı hukuksal eşit yurttaşlık hakkına ve haklarına kavuştu.

Kimi de bizde olduğu gibi, sadece ulusunun diline, dinine ve kültürüne ve devletine bağlılıkla eşanlama gelen tek tip yurttaşlığa zorlandı. Yurttaşlık ile ümmet arasında melez bir toplum yaratıldı.

Hıristiyanlara “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası, Kürtlere “Ya sev ya terket!” sloganı, Alevilere ise “Ali’yi sevmek Alevilikse, camiye buyur namaz kıl” asimilasyonuna davet ile yurttaşlığın kırmızıçizgileri çekildi.

Devlet ile toplum arasına vesayetler konuldu. Oysa her türden vesayetçi yönetim anlayışı, etkin ve katılımcı yurttaşlık hakkını engellediler.  Hukuksal ve ideolojik açıdan da, tebaalık, ümmetlik, siyasal ve dinsel müritlik teşvik edildi.

Ümmete Değil, Yurttaşlığa Davet

AKP her zaman toplumdan ümmete, yurttaştan kulluğa siyasal İslamcı davetler yapıyor.

Oysa insanı kullaştırıcı ve kutuplaştırıcı davetler yerine, insanın onurunu, haklarını korumak Türkiye için geçerli olabilecek, demokratik toplum olmak ve yurttaşlığa davet ile mümkündür.

Bu davet ise, yurttaşlık ve toplum olma hakkımızı, “Demokratik, laik, insan hak ve onuruna saygılı, sosyal bir evrensel hukuk değerlerine bağlı bir devleti” taahhüt eden, toplumsal uzlaşmanın güvencesi, halkın sözüne ve iradesine dayalı bir Anayasa ile mümkündür. 

Tekçiliği vaaz eden ‘ümmetin birliğine’ değil, farklı kültürel kimliklerin eşit haklarla, eşit koşullarda, barış içinde ve kardeşçe yaşayacağı çoğulcu bir topluma ‘yurttaşlık’ daveti, kapsayıcı, kucaklayıcı ve ideal olanıdır.

Siyasal İslamcılık yurttaşlık ve demokrasi davetine karşıdır. Bu nedenle demokrasi güçleri kul değil insan, ümmet değil toplum olmak için mücadelesinin merkezine, sözünü ve siyasal eylemi laikleşmek ve demokratikleşmeyi koymalıdır.