İki günlüğüne İstanbul’dan ayrıldım diye cumartesi sabahından pazar öğleden sonraya kadar internetten uzak kaldım. Bir de geri döndüm ki (hem İstanbul’a, hem internete) ne göreyim? Yirminci yüzyılın en iyi balerinlerinden Plisetskaya ölmüş. Aradan yarım saat geçmeden Ruth Rendell’in de polisiye sevenleri terk ettiğini öğrendim. İngiliz polisiyesinin (ve edebiyatının) diğer büyük adı, çok sevgili arkadaşı ve parlamentoda rakibi P.D. James’ten altı ay sonra.

Arkasından yazılan bir yazıda (The Guardian) iki kadın cinai roman George Eliot’ı ile Jane Austen’ına benzetilmiş: Zihin ve üslup farklı, yetenek aynı. Önceki dönemin polisiye kraliçeleri Agatha Christie ve Dorothy L. Sayers’ın aksine ikisi de sadece çok satmakla kalmaz, ciddi eleştirmenlerden çok da olumlu eleştiriler alırlardı. Gerçi ben hiç izleyemedim ama kitaplarıyla ve film uyarlamalarıyla olduğu kadar TV uyarlamalarıyla da hayranlarına ulaşmışlardı. Rendel’in Başmüfettiş Wexford’u ile James’in Başmüfettiş Dalgliesh’i, dizilerde bir kez daha can bulmuştu. İlki ITV’de Geore Baker, ikincisi de ITV’de Roy Marsden, BBC’de Martin Shaw tarafından oynanarak. Bir benzerlikleri daha var. İki yazar da, İşçi Partisi’nde Babergh Baronesi Rendell ve Muhafazakâr Parti’den Holland Park Baronesi James olarak, Lordlar Kamarası’nda birbirlerine rakipti. Neyse ki bu rekabet, dostluklarına hiç yansımadı.

Evet, iki önemli (polisiye) yazar kaybettik ama aslında kaybımız iki değil üç. Ruth Rendell, 1986 ile 2012 yılları arasında Barbara Vine adıyla psikolojik romanlar da yazmıştı. Bu kitaplar da satışlarıyla, tanınmışlıklarıyla ve televizyona uyarlanmalarıyla, diğerleriyle rekabet halindeydi. Uzun süre, Barbara Vine’ı mı, Ruth Rendell’i mi daha çok sevdiğimi düşünmüştüm. Çünkü Rendell kitapları da psikolojiden uzak sayılmaz. Sonunda, herhalde Başmüfettiş Reg Wexford kitaplarının varlığı, beni Rendell’e doğru çekmiştir. Yazar, TV serisi ”The Ruth Rendell Mysteries”de karakterini oynayan George Baker’ı da çok beğenirdi. Bir seferinde, “George olmasa, şimdi Wexford nerede olurdu?” demiş. Gene de gönüllerimizde, herhalde.

Wexford, uzun polisiye tarihimde en sevdiğim polis/dedektifler sınıfına girer. Aile babası, karısı ve iki kızına gönülden bağlı, daima adaleti tecelli ettirmeye çalışan, doğrudan yana ve yazarının sol görüşlerini benimsemiş bir polis. Zaten Ruth Rendell de, cinsiyeti ve mesleği hariç, Wexford’un bizzat kendisi olduğunu söylerdi hep. Yayıncısı Penguin Random Hous’un başındaki Barones Gail Rebuck, onun için, “Toplumun algısı güçlü ve zarif bir gözlemcisi, ödüllü gerilimleri ve psikolojik cinayet esrarlarının çoğu, kadar derinden ilgilendiği sorunların altını çizerdi” diyor.

Ruth Rendell ile birlikte adının anılması gereken bir başkası ise, Amerikalı yazar Patricia Highsmith. Okuru kendine bağlayan psikopat Tom Ripley’in yaratıcısı olan Highsmith gibi, Rendell de çapraşık zihinleri sergileyecek aynı şekilde çapraşık olay örgüleri kullanırdı. Kitaplarının edebi değeri hep vurgulanan Highsmith gibi Rendell de Avrupalı seçkin sinemacılara cazip gelirdi. Claude Chabrol onun Wexford serisi dışından iki kitabını, ‘A Judgement in Stone/Taştan Hüküm’ ile ‘The Bridesmaid/Cam Hançer’, Pedro Almódovar da Live Flesh’i sinemaya uyarlamıştı. Rendell, karmaşık ve çapraşık olay örgüleri yaratmayı sevdiği gibi, karakterlerinin insani zaafları ve güdüleri konusunda da çok ciddiydi.

Rendell elli yıllık bir meslek hayatında 60’tan fazla roman yazdı. Ne yazık ki bir süredir yazamıyordu. Ocakta rahatsızlandıktan sonra da tedavi altına alınmıştı.

Öte yandan, sadece eldeki kitaplarla yetinmek zorunda değiliz. Ruth Rendell’in son kitabı “Dark Corners” ekimde yayımlanacak.