Prof. Dr. Özuğurlu: Gezi’yi görmüş Türkiye’de, emekçi kitlelerini kurtuluş reçetesi bekleyen edilgenler kütlesi olarak görmek büyük hata. Bu koşullarda öncülük, cesaret ve özgüven meselesi gerekli, bunlar da Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel damarlarında mevcut.

Öncülük ve yürek solcularda mevcut

Rıfat KIRCI

AKP’nin neoliberal politikaları bugün ezici çoğunluğu oluşturan milyonlarca emekçiyi yoksulluk girdabına hapsetti. Toplumun her köşesinde işyerlerinde, öğrenci yurtlarında, pazarlarda ise sesini çıkartan, tepki gösteren, çıkış yolu arayan eylemlere tanık oluyoruz. DİSK, aylardır ‘Geçinemiyoruz’ talebiyle kitlesel açıklamalar yapıyor; doktorlar, sağlık çalışanları Türk Tabipleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası gibi örgütlerin önderliğinde eylemler yapıyor, öğrenciler yurtlarını, parkları direniş alanına çeviriyor. ‘Ekonomik kurtuluş savaşı’ ilan eden AKP’li Erdoğan ise toplumu milliyetçi, dini duygularından yakalamaya çalışıyor. Peki AKP toplumu sağ siyasete çekebiliyor mu? Ülke gündemini sınıfsal talepler oluştururken aynı taleplerle yıllardır mücadele eden sosyalistler ve toplumun buluşması mümkün mü? Sorularımızı Prof. Dr. Metin Özuğurlu’ya yönelttik.

Ekonomi gündeminin sıkıştırdığı iktidar, toplumu milliyetçi, dini söylemlerle yanına çekebilir mi?
AKP ve liderliği harladıkları iktisadi buhranın siyasal ve sosyal sonuçlarıyla yüzleşecek. Bu saatten sonra kaçarı yok; ne milli ne dini göstergeler, halk sınıflarında köpüren ahlaki öfkeyi manipüle edebilir. Memlekette durum şu: Hem uzun hem büyük, tek terimle de derin iktisadi buhran, Anadolu’nun mazlum kadın ve erkeklerini meta dışı geçim alan ve olanaklardan kopartıldıkları ve hayata ceplerindeki para kadar bağlanabildikleri bir zamanda yakaladı. Hayata paran kadar bağlanmak, pamuk ipliği ile bağlanmaktan daha güvensiz. Memlekette süresiz, güvenceli, kayıtlı istihdam alanları gittikçe daralıyor. Kısa aralıklarla işsiz kalarak, güvenceden yoksun şekilde çalışarak elde ettiği üç kuruşun alım gücünü, sen tut “faiz sebep enflasyon neticedir” şeklindeki fikri sabitle delikli para seviyesine indir, sonra da “üç vakte kadar Atina’dayız” gazıyla bu halka coşku vereceğini san. Metalaşmış gündelik yaşamın soğuk gerçeğini deneyimleyen kitlelere sizler ne söyleyebilirsiniz? Büyük bir gayretle çeşitli kademelerden AKP’liler konuşuyorlar: Porsiyon küçült, soğan ye, köprüye çık duble yol seyret. Bunlar kesmedi ise Reise güven, üç vakte kadar uçurur memleketi, gibi…

DİNİ, MİLLİ SÖYLEMLER TOPLUMU ETKİLEYEMEZ

En temel ihtiyaçlara bile ancak para ile erişebilen ve tamamına yakını da bankalara borçlu emekçiler bakımından yüksek enflasyon demek, gittikçe derinleşen mutlak yoksullaşma demektir. Resmi verilere göre çalışabilir nüfusun ki 60 milyonu aşkındır, yarısı istihdam edilmekte; bunların yüzde 70’i (21 milyon) doğrudan ücret disiplinine tabi. Kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz aile işçileri de dahil edildiğinde bu oran yüzde 95’e ulaşır. Maddi yaşam olanakları bakımından her günü bir öncekinden daha kötü olan bir toplumun, bu durumun müsebbibi olanlar eliyle, kendi iktidarlarına rıza üretecek şekilde dini, milli göstergelerle manipüle edilmeleri mümkün değil. Türkiye’nin şu koşullarında hiçbir dini ya da milli söylem derinleşen eşitsizlikleri meşru gösteremez. Ama tersi olabilir. Emekçi kitleler her geçen gün değersizleşen emekleri ve ücret gelirleri nedeniyle içlerinde biriktirdikleri ahlaki öfkeyi, dini ve/veya milli kod ve sembollerle ifade edebilirler. Öte yandan AKP iktidarına karşı biriken ahlaki öfkeyi dini/milli göstergelerle örgütleyebilecek bir siyasi aktör mevcut değil. 2023 seçim sürecinin paradoksu da tam bu hususla ilgili: Türkiye’de emekçilerin önemli bir bölümü duygu ve düşüncelerini; dini, milli ve pederşahi referans sistemine ait kod ve sembollerle ifade etmekte. Öte yandan kitlelerin ahlaki öfkelerini örgütleme kapasitesi olan politik aktörler ise sosyalistlerdir. Sorumluluk tabi ki sosyalistlerdedir, devrimcilerdedir.

onculuk-ve-yurek-solcularda-mevcut-948857-1.
Prof. Dr. Metin ÖZUĞURLU

Din, milliyetçilik gibi aparatlarla toplumun sınıf bilinci yıllarca örtülmeye çalışıldı. Ne var ki yaratılmaya çalışılan hiçbir gündem ekonominin önüne geçemiyor. Bu koşullarda halkın öncelikli taleplerinin sınıfsal olduğu, sınıf bilincini açığa çıkarmaya başladığı söylenebilir mi?
Özellikle 1980 askeri darbesi ve izleyen yıllarla birlikte, eğitim kurumları ve ana akım medya başta olmak üzere hemen her kanaldan bu toplum, gerici değerlerle yağlandı-yıkandı. Irkçı, cinsiyetçi, dinci değerler devlet eliyle topluma empoze edildi. Özellikle AKP’li son yirmi yılda bizzat dini cemaat çevrelerinin de dahliyle dinci değerlerin topluma şırınga edilmesi sistematik bir hal aldı. Anadolu ve Rumeli’de değil de herhangi bir Müslüman coğrafyada bu çapta bir dincileştirme programı uygulamaya konsa, değil 20 yıl, 10 yıla kalmaz o toplumlardan birkaç adet İslam Emirliği çıkabilirdi. Ama bu topraklardan çıkmadı. Zira bu toprakların heterodoksiden kaynaklanan kültürel mayası seküler dünya görüşüne çok daha yakın. Mustafa Kemal, Osmanlı devletinde değil fakat Osmanlı toplumsallığında mevcut bulunan değerleri çağın değerleri ile buluşturduğu için başarılı oldu. Bu toprakların tarihsel kültürel mayasına aykırı olan ve dışarıdan ithal edilmeye çalışılan siyasal İslamcılığın kendisi. Benim folk-Kemalizm kavramı ile ifade ettiğim değerler bu toprakların ortak değerleri. Bu toplum Batıcı Atatürk’ü değil, kendi öz değerlerini çağla buluşturarak açığa çıkartan Atatürk’ü sevdi; ilki resmiyete, ikincisi halka ait. Resmiyetteki varlığı uzun zamandır şeklîdir, o hali bile artık sürdürülmemekte. Halktaki varlığı ise resmiyetteki terk ediş görüldükçe çok daha güçlenmekte.

Bu uzun girizgâhı, işçi sınıfı bilincinin bu topraklardaki bağlamına açıklık getirmek maksadıyla yaptım. Zira işçi sınıfı bilinci, toplumsal kültür ile güçlü etkileşim ve kesişim alanlarına sahip bir bilinç durumu ve kendi içinde de farklı tonlar barındırır. Kendi çıkarını sermayeden ayrıştırmak bir tondur; kendi çıkarını işçi sınıfının tamamının çıkarıyla bir görmek bir başka tondur; işçi sınıfının bütünsel çıkarını sermaye ile karşıtlık içinde görerek sosyalizme yönelmek daha da başka bir ton. Sınıf bilinci tonları genellikle eş zamanlı olarak bir arada bulunurlar ama bunlardan biri mevcut sınıf bilincine rengini verir. Folk-Kemalist kültürel aura; eğitimli, vasıflı, kentli halk sınıflarını (yeniden) proleterleştiren neo-liberal yılların ardından daha güçlü bir şekilde işçi sınıfı bilincinin ileri tonlarını besleyecek asli bir kültürel iklim sunmakta. Eğitim ve vasıf seviyesi düşük ve genellikle kentlerin çeperlerinde, taşrada ve kırda yaşayan emekçiler bakımından ise Folk-Kemalizme rakip olmayacak şekilde barındırdıkları muhafazakar kültür değerleri, sınıf bilincinin yukarıda sayılan tonlarına kapalı değil. Türkiye’de işçiler şu anda bir sınıf olarak vücut bulmanın çabası içinde; ne yazık ki sendikalar başta olmak üzere bu çabaya katılan ve katkı sunan kurum ve çevreler bir elin parmakları kadardır.

Tam da burada soralım: Nicelik olarak az olan sosyalistlerle ezici çoğunluğu oluşturan emekçi sınıf nasıl buluşacak? Sosyalistlerin talepleriyle, toplumun talepleri arasında nasıl bir benzerlik var? Ekonomik taleplerle açığa çıkabilecek olası bir toplumsal harekete sosyalistler öncülük edebilir mi?
Zor sorular. Yanıtlanması kağıt üstünde göreli kolay ama hakiki hayatta gerçekleşmesi aynı ölçüde kolay olmayan sorular. Kendi iç farklılaşmasını bir kenara bırakarak Türkiye sosyalist hareketi üzerine kimi tespitler yapılabilir. 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile yenilgiye uğrayan Türkiye sosyalist hareketi, kendi memleketinde mülteci ruh haline itildi; sosyalizme olan inancını onurlu yalnızlığıyla yaşayacaktı. Bu ruh hali 1990’lı yıllarla birlikte aşılmaya başladı; kamu işçilerinin 1989 Bahar eylemleri ve ardından yükselen kamu çalışanları hareketi ile öğrenci gençlik hareketleri, bugünkü sosyalist kadroları ortaya çıkartan güçlü bir dinamizm yarattı.

Başlı başına ayrı bir söyleşi temasını oluşturan Türkiye sosyalist hareketi hakkındaki değerlendirmeleri şimdilik burada kesip, mevcut olan yol ayrımına değinmek isterim. Türkiye sosyalist hareketi bir alt-kültür çevresi olarak mı yaşamını sürdürecek yoksa devrimci bir hareketin inşa ve icracısı mı olacak? İçinde bulunduğumuz Derin İktisadi Buhran zamanları, sözü edilen yol ayrımı tabelasına erişilen zamanlar. Bu noktada kilit öneme sahip olduğunu düşündüğüm bir belirleme yapmak isterim. Gezi’yi görmüş Türkiye’de, emekçi kitleleri kendilerine uzatılacak kurtuluş reçetesi bekleyen edilgenler kütlesi görmek büyük hata. Tersine Türkiye’de kitleler ahlaki öfkelerini ete kemiğe büründürecek bir siyaset arayışında; sosyalistler kendi siyasetini arayan kitlelerin bu arayışı içine dahil olabildikleri ölçüde sorduğunuz buluşmayı da gerçekleştirmiş olacaklardır. Bu noktada özellikle gençlik hareketinden sirayet eden araçsalcı ilişki alışkanlığından uzak durulması gerektiğinin altı çizilmeli. Kaderlerini emekçi sınıfların kaderi ile birleştirmek ve örgütleyici ilkeyi sağcı ve solcu kültürel imgelemlerde değil, maddi yaşamın kahredici deneyiminde görmek, önemsenmeli.

Sosyalistlerin, işçi sınıfın��n bütünsel çıkarları dışında özel çıkarları zaten olmaz; eğer varsa, orada devrimci bir hareket ve yapı değil bir alt-kültür grubu yaşıyor demektir. İşçi sınıfının bütünsel çıkarlarının toplumun ortak çıkarı seviyesine taşınmasının sosyolojik temelleri, son derece güçlü. Bu koşullarda öncülük, cesaret ve özgüven meselesi gerekli, bunlar da Türkiye sosyalist hareketinin tarihsel damarlarında mevcut.