İşkence her an her yerde halkı bulabilir. İşkencenin önlenmesi ve cezalandırılması için oluşturulan en önemli belgelerden İstanbul Protokolü’nü yazan hekimlerden Özkalıpçı, “Hukuk yoksa işkence vahşi ve pervasız oluyor” diyor.

Önder Özkalıpçı, BirGün'e konuştu: Hukuk yoksa işkence var!

Dilan Esen

Cezaevlerinde, gözaltı merkezlerinde, sokakta işkence ve kötü muamele yayılıyor. Ülke bu anlamda karanlığa sürüklenirken her yurttaş işkence ve kötü muameleyle karşı karşıya…

İstanbul Protokolü ise işkence ve kötü muamelenin son bulması için önemli belgelerden biri. Yaklaşık 20 yıldır bu vakaları takip edip ihlallerin tespit edilmesi ve önüne geçilmesini sağlayan protokol bir ay önce güncellendi. İstanbul Protokolü, devletlere yükümlülük getirirken, hekim ve avukatlara ise bir yol haritası çıkarıyor. Protokolü hazırlayan hekimlerin arasında yer alan Adli Tıp Uzmanı Önder Özkalıpçı ile hem belgeyi hem de dünyadaki ve Türkiye’deki işkence vakalarını konuştuk. Özkalıpçı ayrıca işkencenin önüne nasıl geçilebileceğinden bahsederken bu suçu işleyenlere yönelik cezasızlık politikasına da değindi.

>> İstanbul Protokolü nasıl bir ihtiyaçtan ortaya çıktı?

İstanbul Protokolü işkence iddiaları soruşturmalarında bir uluslararası standart getirmek ihtiyacından doğdu. Dünyanın her yerinde işkence iddialarını soruşturmak zorunda olan devletler hep savsaklıyorlardı. Buna bir standart getirilmesi gerekiyordu.

Biz 1996’da Minnesota Protokülü’nü tartışıyorduk Adana’da, Tıp Fakültesindeki uluslararası bir toplantıda Minnesota Protokolü yasadışı yargısız infazların soruşturulmasıyla ilgili bir BM protokolü idi. İşkence görüp de sağ kalanların incelenmesiyle ilgili uluslararası standardın olmadığını gördük. Bu eksiklik çok netti ve biz de böyle bir şeye giriştik. Bu protokol çok önemli bir kazanım oldu. 3 yıllık çalışmanın ardından Birleşmiş Milletler’e sunduk ve uluslararası hale geldi. Bu belgeye Türkiye’den katkı sunan ve sonra sahiplenen 3 temel örgüt TİHV, TTB ve ATUD’dur.

İlk dönemler çok yoğun İstanbul Protokolü eğitimleri gerçekleştirdik, tanıtmaya çalıştık. Hem Türkiye’de, hem de birçok dünya ülkesinde. Çok büyük sorunlarla da karşılaştık. Çağ değişiyordu, tıp gelişiyordu. Pratikte bazı eksiklikler olduğunu fark etmemizle birlikte 6 yıl önce güncellenme çalışmalarına başlandı.

>> Güncellemeyle birlikte ne değişti?

İstanbul Protokolü’nü hazırlayan toplam 15 ülkeden 75 uzman vardı. Şimdi ülke sayısı 51’e uzman sayısı da 200’ün üzerine çıktı. Bu kişilerin tamamı insan hakları alanında yoğun çalışan uzmanlar. İstanbul Protokolü’nün belki en büyük değeri, uluslararası dayanışmayla ve çok sayıda uzmanla hazırlanan tek örnek olması.

Ülkelerden gelen bütün kritikleri ele alarak güncellendi. İstanbul protokolünde çocuklara ilişkin bir bölümü düşünmüştük ama o zaman koymamayı tercih etmiştik. Çocuklarla ilgili bir bölümün eklenmesi gereklilik oldu. İstanbul Protokolü’nün prensiplerinin uygulanamamasına ilişkin çok büyük zorluklarla karşılaşıldı. Sağlık çalışanlarının özellikle İstanbul Protokolü’ne uygun muayene yaparken karşılaştıkları birçok zorluk vardı. Bu zorluklarla nasıl başa çıkılması gerektiği ve devletlere sorumluluklarını hatırlatacak kısımlar eklendi. LGBTİ+’lara ilişkin daha açık paragraflar olması gerektiğini çok net biçimde gördük.

Psikoloji bilimi, tıp, teknik gelişiyor. İşkencenin dokümantasyonuyla ilgili delil niteliğindeki dijital belgelerin orijinalliğinin korunması kaybolmaması konusunda önemli paragraflar eklendi.

Adli Tıp Uzmanı Önder ÖzkalıpçıAdli Tıp Uzmanı Önder Özkalıpçı

Geçmişte İstanbul Protokolü’nün eğitimlerinde bahsediyorduk. Mahpuslar istedikleri hekim tarafından tedavi ve muayene edilmeli. Bu Dünya Tabipleri Birliği’nin de onayladığı kişinin sağlığa erişim hakkının bir parçası. Güncellenmiş versiyonda bu konu net bicimde eklendi. Bir mahpus dilekçe verdiğinde istediği hekim tarafından muayene ve tedavi edilmesinin önünü açıyor.

Bu prensip uygulanırsa pratikte birçok insanın işkence iddialarının dokümantasyonuna bir katkısı olabilir. Devlet adına hizmet veren tüm profesyonellerin uluslararası standartlarda çalışması gerekiyor. Asıl sorun hekimlerin tıbbı bilmemeleri değil, üzerlerindeki baskı mekanizmalarıdır. Bu muayeneyi yapabilme kapasitesindeki hekimlerin cezaevinde muayene yapmalarının önü bu güncellenmiş protokolle açılıyor.

Başka örnek: Diyor ki işkence iddia edildiği an 24 saat içerisinde etkin klinik muayene başlaması lazım. Bu problemi nereden biliyoruz? Mesela İsrail askerlerinin bir Filistinli genci dövdüğünün videoları var. Adli muayenesi isteniyor. Fakat İsrail’de mahpuslar bazen 90 günün sonunda adli muayeneye gidebiliyorlar. Oranın hukuku Filistinlileri 90 gün kimseyle görüştürmeme uygulamasına izin veriyor. Böyle bir iddia olduğunda 24 saatten az süre içinde klinik muayene başlaması lazım. Türkiye’de sık görüldüğü gibi kişi değişik bahanelerle 2- 3 hafta sonra adli muayeneye gönderilirse İstanbul Protokolü’ne uyumlu bir iş yapılmamış oluyor.

Başka bir örnek: Hekimler raporlarına saptadıkları değişik bulguları yazıyorlar. Peki, bu bulgular neyin sonucu? Şahıs trafik kazası mı geçirmiş? Merdivenden mi düşmüş? İşkence iddiasıyla ilgili bir yorum yok. İstanbul Protokolü’nde bu konu netti fakat şuanda altı çizildi. Hekim yorum yapamazsa neden yorum yapamadığını yazmak zorunda. Güncellenmiş İstanbul Protokolü hekimleri saptadıkları bulguların işkence iddiaları ile uyumlu olup olmadığı konusunda yorum yapmaya cesaretlendiriyor, zorluyor.

Hekim şahsı muayene etti ve işkenceyi gördü. Fakat şahıs tekrar işkence gördüğü yere geri gidecek. Bu yüzden de şahıs bir şey söyleyemiyor zaten. Güncellemeyle birlikte işkence gören kişinin geri gönderilmesini engelleyecek girişimlerde bulunulsun, deniyor. İstanbul Protokolü tıbbi muayeneyi yapan hekimlere bu noktada sorumluluk yüklüyor.

İşkence minimum 70 ülkede aktif biçimde devam ediyor, ülkelerin tamamında tek tük de olsa işkence girişimleri var. Buna rağmen İstanbul Protokolü, dünya çapında hak arama mücadelesine destek oldu. Sadece tıbbi değil, hukuki yönde de büyük kazançlar sağladı.

İstanbul protokolünün güncellenmiş versiyonunun tanıtım toplantısı 29 Haziran’da Cenevre Uluslararası İnsancıl Hukuk ve İnsan Hakları Enstitüsü’nde yapıldı. Türk Tabipleri Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı, Cenevre’ye geldi, zaten editöryel komitesinde idi. Tanıtımı yapan az sayıda konuşmacıdan biriydi. Türkiye’deki insan hakları örgütleri ile kendi kişisel tecrübesini aktarmış oldu. İstanbul Protokolü’nün 4 temel hazırlayıcı örgütünden birisi Türkiye İnsan Hakları Vakfı. Türkiye’deki her türlü karamsar tabloya rağmen çok güçlü bir insan hakları hareketinin olması bana güç ve umut veriyor.

>> İstanbul Protokolü halka ne kazandırdı?

Bu bir uluslararası bir standart. Bu uluslararası standart hukuk olan yerde işler. İstanbul Protokolü işkenceyi önleyebiliyor mu derseniz, eğer bir yerde hukuk varsa evet. Ama hukuk yoksa durum farklı… Kongo’da insanlara İstanbul Protokolü eğitimi verirken bir aktarım yapmıştı bir hekim. Diyordu ki “Polis kalaşnikofla geliyor. Direkt tehdit ediyor ve odadan da çıkmıyor. Şuna bir rapor yaz, diyor. Çocuğun her tarafı kırılmış ama eve de sağ dönmem lazım.” “Hadi bakalım sen kahraman ol her şeyi yaz, ertesi sabah ailen cenazene katılsın” diyemiyorsunuz insanlara. Elbette hekim kendi can güvenliğini gözetecek. Bulguları resmi belgeye yazamazsın ama muayene notlarının kopyasını uluslararası örgütlere, kendi üstüne, kendi örgütüne gönderirsin. Neler yapabileceğinizi ortaklaşa karar verirsiniz. Bu tür bölgelerde bir dönem bir silahlı otorite devletin sahibi oluyor. Fakat 5 sene sonra iktidar değişiyor. O zaman da “Sen bir önceki rejimin adamıydın” dendiğinde o belgeler bir yerde duruyorsa doktor kendini kurtarabilir. Dünyanın her yerindeki zorluklardan haberdarız. Bu tür insan hakları incelemelerini yapan insanların nasıl efektif çalışması gerektiği konusunda öneriler var. Devletlerin yükümlülüğünü de net biçimde hatırlatıyoruz. Devlet hekimlerin ya da hukukçuların bağımsız şekilde çalışmasını sağlamak zorunda. Zorluklardan da haberdar olan bir metin İstanbul Protokolü.

>> Türkiye’den ve dünyadan nasıl işkence vakası örnekleri geliyor?

Birçok ülkedeki işkence yöntemleri birbirine benziyor belki. İşkencenin de amacı kişinin özsaygısını yitirip benliğini darmadağın edecek yöntemler uygulamak. Türkiye’de 2004’e kadar kaldım, sonra 2015-2016’da bir süre kaldım. Cizre bodrumlar katliamı sırasında Türkiye’deydim. Türkiye medyasını takip etmeye çalışıyorum. Şu anki uygulamaları çok detaylı bilemeyebilirim. Geçmişte bizdeki işkence yöntemleri NATO ülkelerinin ve onun etkisindeki ülkelerdeki işkence yöntemleriyle benzerlik içindeydi. Türkiye’deki işkence yöntemiyle İsrail’deki birbirine yakınken Irak’taki pek benzemiyordu mesela. 15 Temmuz’dan sonra çok ciddi değişiklikler var. Bunlardan bir tanesini anlatayım. 2004’e kadar çok çok uzun gözaltı olmuyordu. Bir kişi maksimum 2-3 hafta gözaltında tutuluyordu. Eğer bir kişi bundan daha uzun gözaltında tutuluyorsa büyük ihtimalle öldürülmüş oluyordu.

Bir örnek de vereyim. Yurtdışında oturum almak isteyen bir kişi işkence gördüğünü, 90 gün gözaltında kaldığını söylemişti. O zaman kişiden şüphelendim çünkü böyle bir uygulama yoktu o zamanlar Türkiye’de. Sonra çok çeşitli tıbbi araştırmalardan sonra ortaya çıktı ki kişi yalan söylüyor. Şahsın kendisi de yalan söylediğini kabul etti. Hatta bu olayı hem ulusal hem de uluslararası bir kongrede hem de TİHV’den meslektaşlarla hazırladığımız tıbbi bir atlasta vaka sunumu olarak sundum. Fakat şimdi görüyoruz ki bir kişi 6 ay, 9 ay gözaltında kalıyor bilinmeyen bir yerde ailesinin, kimsenin haberi yok. Ve sonra sağ olarak ortaya çıkıyor. Belki bu tür yöntemler eskiden Irak’ta, Suriye’de vardı belki buralardan etkilenildi. Nedenini bilmiyorum ama bu Türkiye için yeni bir şey. Türkiye için yeni bir işkence yöntemi bu çok uzun gözaltılar.

Eğitim düzeyi düştükçe işkence yöntemlerinin pervasızlığı çok daha artıyor. Bir ülkede hukuk varsa işkence yöntemleri daha sofistike ve kontrollü oluyor. Hukuk yoksa eğitim yoksa işkence yöntemleri vahşi ve pervasız oluyor. Ölümle ya da ağır sakatlıklarla sonuçlanabiliyor.

>> Mesela Mücella Yapıcı’nın kelepçeli muayenesi, cezaevlerinden gelen bilgilerde sağlık hakkına ilişkin çok sayıda hakkın ihlal edildiği aktarılıyor. Bu vakalarla birlikte Türkiye’deki ortam nasıl?

Türkiye’deki insan hakları savunucuları, dernekler, bu tür ihlallerin en aza inmesi için çok uzun süredir çok çaba sarf ediyor. Mesela 90’lı yıllarda birçok işkence iddiası soruşturmasında, 1 sayfalık rapor çok kısa raporlar vardı. Şahsın bilgileri ve sonra da bir mühürle ‘darp ve cebir izine rastlanmamıştır’ diye iki satırlık raporlar çok yaygındı… İstanbul Protokolü yayımlandıktan birkaç ay sonra Adalet Bakanlığı muayen formlarını/şablonlarını değiştirip protokole uygun hale getirdi. Ama yine de uygulamada sorun yaşanıyor. Birçok kez sayfalar dolusu rapor şablonunu boş bırakıp yine ‘darp cebir izine rastlanmadı!’ diye yazabiliyorlar. Ama hekimlerin bir kısmı da İstanbul Protokolü’nün şablonunu kullanarak daha detaylı raporlar yazıyorlar. Bu mağdurun adalet arayışı için çok önemli.

Maalesef çok hızlı bir geriye gidiş var. Organizasyonel kurumsal hafıza diye bir şey olması lazım. Bir kurum bir hatayı tekrar tekrar yapmamalı. Bizzat ben mahkemelik oldum nerdeyse 30 yıl önce, jandarmayı odamdan çıkardığım için. Seneler içinde Türk Tabipleri Birliği, Adli Tıp Uzmanları Derneği ve Türkiye İnsan hakları Vakfı çok çalıştı. Hâkim ve savcılara yönelik, doktorlara yönelik çok sayıda eğitim yapıldı yıllar boyunca. Yine de birçok adli tıp uzmanı, hekimler benzer uygulamalara karşı çıktıkları için mahkemelik oldu. Uzun süren yargılamalar sonucunda tüm bu hekimler haklı bulundu. Onların bağımsız ve etki olmayan bir ortamda, hasta onuruna uygun biçimde muayene yapması gerektiği mahkeme kararlarıyla defalarca saptandı. Bunun cevabını vermesi gereken Adalet ve Sağlık Bakanlığı’dır. Sanki kurumsal hafıza yokmuş gibi tekrar tekrar bu hataları yapıyorlar. Hapishaneden gelen mahkûm ve tutukluların muayenesi sırasında önlem alınması lazım; evet. Tıbbi standartlara uygun güvenliği dışarıdan sağlanmış muayene ortamlarında muayene edilmesi gerekir mahpusların. İstanbul Protokolü’nde bu yazıyor, imzalanan uluslararası sözleşmelerde de bu net.

Belli hastaneler var. O hastaneleri Adalet Bakanlığı seçiyor. Bu hastanelerde hapishaneden gelen kişilerin muayenesi için özel güvenlikli oda/lar olması lazım. Hiçbir şekilde tutukluyu hekimin önüne atıp ‘hadi rapor yaz, muayene et’ diyemezsin. Eğer bakanlık çaba sarf etmezse, önlem almaz ise olacağı bu.

Oradaki hastane Adalet Bakanlığı tarafından tespit edilip bu işe uygun olduğu kanaatine varılmış. 72 yaşındaki bir kişinin 22 yaşındaki bir jandarmanın elinden kaçabileceğini düşünüyor olabilirler fakat buna rağmen uygun bir muayene ortamı lazım. Bu ortamı hazırlamayan Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı bu işin sorumlusu. Sayın Mücella Yapıcı’nın karşılaştığı aşağılayıcı ve eziyet verici bir uygulama. Uluslararası protokoller ve Mandela Kuralları var. Muayene sırasında herhangi bir güvenlik görevlisinin olmaması lazım. Diş muayenesi sırasında, göz muayenesi sırasında kelepçe mi olacak? Bunun sorumlusu baştan aşağı Adalet ve Sağlık Bakanlığı’dır. Çünkü orası herhangi rastgele bir hastane değil. Değişik kademelerde olur alınmış hastaneler. Orada hekimin rahat çalışacağı güvenlikli ve insan onuruna uygun muayene odası sağlanmadığı için acı çeken insanlar var bunların sorumlusu kim? Bu problemler bütün tutuklular için geçerli.

>> Türkiye’deki işkence ve kötü muamele vakaları sadece gözaltı merkezleri ya da cezaevinde değil sokakta da yaşanıyor…

Gözaltı süreci şahsın güvenlik güçleriyle karşılaştığı andan, özgürlüğünden alıkonduğu andan itibaren başlar. Basın açıklaması yapmak isteyen 10 insan var etrafında da 80 güvenlik görevlisi var. Çember içine alınmış 10 kişi. Kendi deyimleriyle tepeliyorlar. Bu konunun da işkence olduğu netlik kazandı. Basın açıklaması yapan 10 kişinin etrafını sarmışsın çember içerisinde yorulana kadar dövüyorsun buna da olsa olsa aşırı güç kullanımı diyorsun, yok böyle bir şey yok. Buna işkenceye varan muamele deniyor.

>> İşkencenin bir daha yaşanmaması içi ne yapılması gerekiyor?

Cezasızlık en önemli problem. İşkence yapan 100 zanlıdan beşine ceza verin, bakın işkence oranları nasıl azalacak. Tespit edilmiş, delillendirilmiş işkenceye uygun cezaları verin, insanlık suçu deyin, bakın ne oluyor? O zaman hiçbir devlet memuru sınırını aşmaz. Eğer cezasızlığı ortadan kaldırmak için siyasi bir irade gösterin, işkence azalacaktır.

İstanbul Protokolü neyi sağlıyor? İşkence iddialarının soruşturulması sürecinde özellikle sivil toplum örgütlerini, insan hakları savunucularını, sağ kalan kişi ya da ailesinin hukuk mücadelesini destekleyen için bir el kitabıdır İstanbul Protokolü. Onları güçlendirecek birçok tavsiye var protokolde. Adli tıp raporu ‘darp ve cebir yok’ diyor, peki bu rapor İstanbul Protokolü’ne uygun mu? İki satırlık darp cebir izi yok yazan hekim, çok detaylı muayene yaptığını raporunda göstermek zorunda.

Bir de İstanbul Protokolü’nün soruşturma prensipleri devletlere çok büyük sorumluluk yüklüyor, işkence iddiaları soruşturmaları ile ilgili. Bu prensipler hiç değiştirilmeden güncellenmiş versiyonda da yer alıyor.