İstanbul’un en uzun soluklu şehir festivaline dair 10 not

One Love: Festivale dair 10 madde

Türkiye’nin en uzun soluklu şehir festivallerinden biri One Love. Zaman içerisinde defalarca mekan değiştirdi. İsminin bir kısmını yeni sponsorluk yasalarına feda etti. Yeri geldiğinde devlet erkanı bile festivalle uğraşmaktan geri kalmadı. Ama o varlığını her şeye rağmen ısrarla sürdürüyor. Bu sene yeri yerinde, Lifepark’ta gerçekleşen festivale dair notlarımız şöyle;

>> İstanbul’un ayakta kalmayı başarabilen nadir şehir festivallerinden biri One Love. Zamanında ülkenin başbakanının bile işini gücünü bırakıp önüne kesmek için uğraştığı bir müzik festivalinin halen varlığını sürdürebilmesi beni mutlu ediyor.

>> Bu seneki line-up nispeten ‘butik’ bir line-up’tı. Öyle muazzam büyüklükte isimler izlemedik. Ama ben yapıldığını duyduğum eleştirilerin aksine, One Love’ın bu seneki sanatçı seçimlerinden memnun kaldım.

>> Festivalin gerçekleştiği Lifepark aslında şehir merkezine pek de yakın bir yerde olmasa da, ulaşım, benzer festivallere oranla hayli rahattı. Yiyecek, içecek sıralarında da sıkıntı yoktu.

>> Devasa ağaçların altındaki dans sahnesi Into The Woods, doğanın ortasındaki o sadeliğiyle takdirimi kazandı. Dans etmek önceliklerim arasında olmasa da bu sahneye sıklıkla uğradım.

>>İzlediğim isimler arasında özellikle Everything Everything ve Hot Chip’in performanslarını hayli güçlü buldum. Julian Casablancas’ın The Strokes cover’lı konseri de etkileyiciydi.

>> Birkaç hafta önce The Strokes’la beraber izlediğim Julian Casablancas için The Strokes defteri artık kapanıyor galiba. The Strokes’la beraberken sahnede şarkılar dışında ağzını bıçak açmayan Casablancas, İstanbul’da bülbül gibi şakıdı. Sahnedeyken de keyfi çok yerindeydi.

>> Sahnenin neredeyse en önüne portatif sandalyelerini kuran, piknik örtülerini yere serip oturan yeni bir konser seyircisi türemiş One Love’da. Konser boyunca da bulundukları yerden kalkmıyorlar. Siz de onları ezmemek için mücadele veriyorsunuz. Bana biraz festival bilmezlik gibi geldi.

>> Festival alanına gelindiğinde hangi sahne nerede, kim saat kaçta çıkıyor anlamak biraz zaman aldı. Girişte bir yönlendirme tabelası yoktu. Alana girdiğimiz anda görmemiz gereken ilk şey müzisyenlerin hangi saatte, hangi yönde çıktığı olmalıydı. Ana sahne dışında hiçbir yerde programı göremedim.

>> Festivaldeki tüm sahnelerde müzik hemen hemen aynı anda sona erdi. En azından bir tanesinde daha geç saate kadar müzik devam edebilirdi, etmeliydi.

>> Girişteki kilitli dolaplar iyi akıl edilmiş bir ayrıntıydı. Her festivalde görmek dileğiyle.

***

BU HAFTA DİNLEMENİZ GEREKEN İKİ ALBÜM

Jamie XX | In Colour

Londra çıkışlı topluluk The XX’in duygusal indie pop’unun mimarlarından biriydi Jamie XX. Bu ilk solo albümünde The XX’in duygusal yoğunluğunu anımsatsa da, müzikal açından onlardan çok daha farklı bir alana yelken açmış. Türlü detayla zenginleştirilmiş, yeni nesil bir dans albümü In Colour. Her dinleyişinizde şarkıların farklı katmanlarını keşfettiğiniz bu sofistike çalışmayı Jamie XX yıllar içerisinde biriktirdiği sample’ları harmanlayarak hazırlamış. Uzun uzun düşünüldüğü ilk saniyeden itibaren anlaşılan In Colour, bu yılın ‘cool’ dans albümü dersek, abartmış olmayız.

Jenny Hval | Apocalypse Girl

Norveçli alternatif müzik sanatçısı Jenny Hval’ın yeni albümü Apocalypse Girl her bünyeye uygun değil. Zira Hval, (özellikle ilk dinleyişte) sizi bir kâbusun ortasındaymış gibi tedirgin edecek tuhaf şarkılar bestelemek konusunda usta. Ama bu şarkılar zamanla kulağınıza ninni gibi gelmeye başlıyor. Elektronik tınıların öncülüğünde ilerleyen deneysel folk müziğini, ‘mırıldanma’ şeklinde bir vokalle bütünleştiriyor Hval. Sözlerinde kimlik arayışı, feminizm gibi konulara odaklanan müzisyenin albümü, pop tınılarından özellikle sıkılanlar için ideal.

ZAYIF VE ZORLAMA

Muse | Drones

“Köklerimize dönüyoruz” demiş Muse, yeni albümleri için. Köklerinden bahsedince aklıma ilk albümleri geldi. 1999 yılında Showbiz’i yayınladıklarında yeni Radiohead olarak lanse edilmişlerdi. Ama Muse yıllar içerisinde bambaşka bir kimliğe büründü. Radiohead deneyselliğin dozajını arttırırken Muse ise, alternatif rock’tan stadyum rock’n roll’una geçiş yaptı. Canlı performans ve sahne açısından kuşağımızın en yetkin rock gruplarından biridir Muse. Bu, stadyumda ‘haşmetli’ tınlama arzusu da doğal olarak albümlerinin yapısına da yansıyor. Ancak bu gayret, son albümleri Drones’ta öyle bir mertebeye ulaşmış ki, sanki albümü insanlar evlerinde dinlesinler diye değil de konserlere hazırlansınlar diye kaydetmişler. Albümü dinlerken yoruluyorsunuz. Bunu yanı sıra fazlasıyla politik olmaya çalışan, ‘insansız modern savaşlara’ gönderme yapan ucuz şarkı sözleriyle de biraz bayağı kaçmışlar. Zayıf ve zorlama bir albüm olmuş Drones.