'Önemli olan Emek'in dekoru değil'

CANAN AYDIN / cananaydin@birgun.net / @kuzeydogu

Tarihi Emek Sineması’nın başına gelenlerden haberi olmayan yoktur. Beyoğlu’nun Yeşilçam Sokağıyla adı bütünleşmiş, tarihi dokusuyla, yaşanmışlıklarıyla birçok anı biriktirmişti. Yüzyıllık külliyatına bakılmaksızın bir gün onun da kapısını rant çaldı. Yıkılmaması için anılarına sahip çıkanlar ne yazık ki kapısına kilit vurmasına engel olamadı.

Ve Emek artık AVM’deki yeni yerinde hizmet vermek için gün sayıyor. Mart, nisan gibi kapılarını açmaya hazırlanan Emek Sineması’nın restorasyon çalışmaları devam ederken geçen hafta sinemanın yeni fotoğrafları basınla paylaşıldı. Eski Emek, yeni Emek görüntüleri paylaşılırken en çok aklımdan kendini sinemaya adamış özellikle Emek Sineması için büyük mücadele etmiş, “Emek yoksa ben de yokum!” başlıklı yazısıyla yaşamına yeniden yön vermiş sinema eleştirmeni Atilla Dorsay geldi. Dorsay, Emek’in bu yeni görüntüleri için neler düşünüyordu? Aradım kendisini sordum yanıtı ise şöyle oldu: “Bitti o sayfa, o tarih kapandı”

Mücadeleniz Emek Sineması ile bütünleşti. Bu konuda yaşamsal kararlar aldınız. Sinemanın restorasyon çalışmaları tamamlanıyor; mart, nisan gibi açılacak. Restore edilmiş hali basına gezdirildi. Bu geziye katıldınız mı?

onemli-olan-emek-in-dekoru-degil-105185-1.
O gezide yoktum, ama görüntüleri haberlerde gördüm. Emek’in iç atmosferini, iç dekorunu ve havasını yaratmışlar. Ama biraz daha küçük. Sorun bu değil elbette. Dileğimiz Beyoğlu’nda düzayak olan, caddeden doğrudan doğruya içine girilebilen bir sinema salonu olmasıydı. Çünkü eski sinemalar hep öyleydi. Şimdi AVM’lere giriliyor; yürüyen merdivenlerle çıkılıyor, iniliyor, asansörlere biniliyor. Ancak ondan sonra sinemalara ulaşabiliyorsunuz.

Sinemaların AVM’lerin içine sıkıştırılmasıyla birlikte insanların hayatla bağı kesiliyor gibi. Buna katılır mısınız?
Sinemaların hayatla dolaysız bir ilişkisi vardı. Önemli olan o salonların sadece dekoru değil! O salonlara sinmiş onca oyuncunun sinemacının, filmin anılarıdır. Sanata gönül veren insanlar bu salonlarda oyun ya da film izlemekten bambaşka zevk alırlardı. O günleri yaşamayanlardan bu zevki, bu bakışı beklemek, illa da tarihi salonların korunmasına gönül vermelerini beklemek doğru mu, bilemiyorum. Emek olayında başı çekenlerden biriydim. Ben Emek konusunda hayatımı değiştirdim yaşamsal kararlar aldım, kabul ediyorum. Ama Türkiye bu konuda çok iyi bir sınav verdi.
O günlerde yürüyüşlerden başlayarak çevremde ve sokaklarda ummadığım kadar geniş genç kitleler buldum. Hani o anıları pek olmayan, o filmleri buralarda izlememiş gencecik insanlar nasıl bu kadar sahiplenir, böylesine arkasında durur diye düşündüğüm oldu.

Emek Sineması’nın yeni hali size neler düşündürdü?
Ben romantik, nostaljik, duygusalım. Yıllardır sinemaya bakışımı duygusallık yönlendirdi. Ama benim belli bir gerçekçilik tavrı da var. Ben artık Emek’in gittiğine inanıyorum. Saray Sineması’nı da aniden yıkmışlardı. Saray'ın izi kalmadığı halde birdenbire ‘Saray’ı geri verin’ kampanyaları başladı. Ben de dedim ki “Ya bırakın Saray’ı, Saray gitmiş. İşte Emek var, Alkazar var. Onları korumaya çalışalım. Daha gerçekçi olalım.” Şimdi Emek için de öyle. Aynı Emek’i geri getirmek mümkün değil. Bitti o sayfa, o tarih kapandı. Onun yerine, gerçekten tümüyle AVM olmayan, en azından büyük bölümüyle Emek’i aynen korumaya çalışan salon bile yapılması olumlu bir tavır. Gerçekçi olmaya çalışıyorum.

Bu konuda başka bir genç gazeteci arkadaşın sorularını aynı ifadelerle yanıtladım: “Bu konuda çok öncü oldum, çok yaralandım, hatta hayatım değişti ama yine de gideceğim o yeni salonu da göreceğim. Beğenirsem gidip orada da film izlerim” dedim. Benimle o söyleşiyi yapan gazeteci genç arkadaş gayet ağır bir yazı yazdı. Yazının başlığı da “Yeni Emek eski Dorsay.” Beni eskimiş düşünmekle suçlamıyor, tersine yakın bir zamana kadar Emek’i o kadar önemseyip şimdi de ziyanı yok ben yine orada film izlerim demekle suçluyor. Önce çok kızdım bu arkadaşa. Ancak sonra fark ettim ki; o arkadaş bir ölçüde samimi olamazlar diye düşündüğüm o genç kesimi simgeliyor. Bu işlere bu kadar sahip çıkmayacağını düşündüğümüz ama pekala sahip çıkan, hatta neredeyse bizden çok daha fazla sahip çıkan bir genç kitle var.

Gezi eylemlerini de bu genç kitle yarattı. Oradaki ağaçlara hepimiz üzülüyorduk ama onlar sokağa çıktılar. Polisle karşı karşıya durdular. Eylem yaptılar. Üç ağaç için eylem olur mu? En azından Türkiye’de olmaz sanılıyordu. Oldu. Sağ olsunlar var olsunlar.

Şimdi de genç bir arkadaş beni bu açıdan eleştiriyor. Birdenbire o yazı çok hoşuma gitti. Demek gençler bizden daha fazla ileride duruyorlar. Çok sevindim. Beni, bizi eleştirsinler ziyanı yok. Yeter ki bu onurlu, bu kadirbilir, geçmişin değerlerine sahip çıkan tavrı da aynen korusunlar. Yoksa başka türlü Türkiye elden gidecek. Hiç bir şey kalmayacak.

Özcan Alper yeni filmi 'Rüzgarın Hatıraları' Gürcistan’da çekti. Başka nedenleri de vardır ancak o tarihi dokuyu yaratmak pek mümkün olmamış...
Duygusal yanını bir yana bırakın pratik açıdan o filmleri kolay çekemiyorsunuz. Bu hafta vizyona giren İngiliz filmi ‘Diren’in hikâyesi 1912'de Londra’da geçiyor. 1912'deki Londra’yı canlandırmayı iyi başarmışlar! Ama ellerinde doğal bir hazine var; aynı sokaklar, aynı binalar, aynı parklar. Bırakın 1912 yılını 19. yüzyıldan beri Londra bir milim değişmedi. Adam kamerasını alıyor sokağa çıkıyor, bir iki modern şeyi kapatıyor ve gayet iyi filmini çekiyor. Şimdi bırakın 19’uncu, 20’inci yüzyılı, 40’larda 50’lerde İstanbul’da geçen bir film çekin. İmkânsız... Her şey yıkılıyor.

Bu tarihi dokunun bozulması bundan sonraki süreci nasıl etkiler?

onemli-olan-emek-in-dekoru-degil-105184-1.
Burası elbette bir film platosu değil . Başka öncelikler var. Ama bu doğru bir tavır değil! Çünkü şehirlerin kimlikleri var ve film çekmek bir yana sırf o tarihi kimliği korumak için bile olsa o yapıların, o sokakların, o ağaçların, o duvarların, o çeşmelerin, korunması gerekir. Bu, çağdaş şehircilik, estetik, tarih bilimi açısından basit bir gerçek. Bu söylediklerim Alfabe... Tartışılmaz bile... Ama bizde her şeyi kaplayan bir rant hırsı var. Bunları T24’teki köşemde de yazıyorum. Sinema yazarlığı kimliğimin yanında, mimar ve İstanbul aşığı olarak bu rant hırsını elim kalem tuttukça yazacağım.

Kentsel dönüşüm kapsamında Emek Sineması bir semboldü. “Beyoğlu’nun ruhu korunuyor” deniliyor. Emek Sineması taşınırken de bu ruh korunmaya devam ediyor mu?
Bıraksınlar bunları bunlar yanlış şeyler. Elbette İstanbul’un kentsel dönüşüme ihtiyacı var. Ancak kentsel dönüşümü Sultanbeyliği’nde, Reşatpaşa'da yapsınlar. Onlar buralarda yapmıyorlar, Bağdat Caddesi’nde, Beyoğlu’nda kentsel dönüşüm yapıyorlar. Şimdi bizim semte de geldiler. Etiler’de ve Ulus’da kentsel dönüşüm. Burada binalar zaten en fazla 20-30 yıllık. Hepsi sapasağlam, hepsi bunca depreme dayandı. Ne istiyorsun bu mahallelerden! Rant. Şehrin ranta teslim edildiği o kadar açık ki...

***

Ülkeyi bu kafaya teslim etmemeliyiz

Kültür sanat alanının bir dokunulmazlığı vardı. Gerek mekânların gerek yapılan işlerin artık dokunulmazlığı yok. Ayrıca sanatçılar, aydınlar, sokağa çıkan gençler baskı altında. Bu sorunlarla nasıl başedeceğiz?

Dahi iyi organize olarak. Bugün 1200 küsur aydının bir araya gelerek yayınladıkları barış bildirisi son derece değerli ve güzel. Güzel olduğu ölçüde de yukardan beklenen cevabı aldı. Cumhurbaşkanı makamındaki zat, kaç yüzüncü, kaç bininci kere tekrarlayarak çok ciddi bir camiayı, Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden gelen 1200 küsür dünya çapında tanınan aydını bir kalemde siliverdi. Hakaret etti, karşısına aldı. Ama onun söyledikleri bu olayın önemini azaltamadı. Tersine çoğalttı. Bana gelen birçok kampanya girişimlerine elimden geldiğince imzamı veriyorum. Yürüyüşlere katılmalıyız, korkmamalıyız çekinmemeliyiz. Ülkeyi bu kafaya teslim etmemeliyiz. Doğru bildiğimizi her ortam ve her koşulda dile getirmeliyiz. Her zaman içimde iyimser bir an kaldı ve herkeste de kalmalı. Yoksa tamamen teslim olursunuz. Mücadele için hiçbir zemin kalmaz. Bütün olumsuzluklara rağmen doğru bildiğimizi mutlaka yapmalıyız