Solun, sosyalistlerin, sınır tanımayan değil, sınırların onları tanımadığı bu insanları da sınıfına alması gerekmiyor mu? 40 yıldır kimlik politikaları üreten sol bu kez de kimliksizler için politika üretemez mi? Soldan, sosyalistlerden başka kimi, kimsesi var ki onların?

Önemsiz Günler ve Haftalar-12

SUS Bİ HAFTA!

Bazen çok konuşuyorum, çok konuşuyorsun, çok konuşuyoruz! O bazenler de işte ara sıra olmaktan çıkıp, sık sık olana dönüşüyor. Çok konuşmak, fena. Üstelik kendini durduramayıp, başkasının durdurması daha da fena. Çok konuşmanın da çeşitleri var, biçimleri var. Kuşe kuşe konuşan var, kâğıt gibi yırtıcı, köşe köşe konuşan var, başınıza bir sözcüğü düşse yüreğiniz sızlar, koş koş konuşan var, kaçabilene aşk olsun!

İnsanın, şunu yapacağım dünyada aklıma gelmezdi dediği haller, başka nerede olacak, yine dünyada tabii başına gelir! O yüzden inanılmaz diye bir şey de yoktur. İnsan, kendine inanamaz, o kadar! Bunu bir-iki kez daha yazdım. Benim gibi nerdeyse 40 yaşına kadar, ağzını açmayan, açsa da ne dediği pek anlaşılmayan, içe mi konuşuyor dışa mı, yoksa boşa mı, hiç bilinmeyen birinin, sanki o yaştan sonra dili çözülmüş gibi, ezber olsa sular seller derler, dur durak bilmeden konuşması… Evet, ben kendime inanamıyorum, ama oldu. İnanamayacak biri daha var ama o şimdi yoklar meclisinde, babam. “Oğlum iki çift laf et de, sesini duyalım!” derdi, şimdi duysa ‘bi sus oğlum!’ der.

Herkesin mi çenesi düştü yoksa ben çok konuştuğum için mi bana öyle geliyor? Karanlıktan mı, korkudan mı, sıkıntıdan mı, yanlış anlaşılmamak kaygısından mı, kimseden geri kalmamak isteğinden, unutulmamak arzusundan mı, gitmeden söyleyeyim de içimde kalmasın, yoksa gözlerim açık gider derdinden mi, telaşından mı neyse… Yeryüzünün asla doğal sesi olmayan bir uğultu içindeyiz. Her şey uğuldamakta. Dünya uğulduyor, hava uğulduyor, kentler, tabii en çok da insanlar uğulduyor. Nerde Orhan Veli’nin şiiri, nerde o dinlediği İstanbul! Hani başımızda eski alemlerin sarhoşluğu?

Sözcükler yetmiyor, yenilerini türetiyoruz, dil yetmiyor, elimiz kolumuz, kaşımız gözümüz konuşuyor, o da yetmiyormuş gibi konuştuğumuz kimseler de, başkalarıyla konuşmaya geç kalmışlar gibi, balla filan da değil, lafı zorla kesip, anlatmaya başlıyorlar…Tamam insanlar konuşa konuşa denilmiştir, dil de verilmiştir, lakin susmadan, ara vermeden, dinlemeden konuşmak, konuşmaya mı sayılır…?

Bu ‘yoksa’lar da iyi ki var, insanı uzun uzun konuşmaktan kurtarıyorlar, yoksa cümlenin devamı daha da uzardı! Şöyle bir faşizm tanımı da var biliyorsunuz, faşizm susma değil, konuşma mecburiyetidir. Elhak bizim memlekette böyledir çelebi! ‘Bu konu hakkında herhalde sizin de bir çift lafınız vardır!” Var. Ama işte o bir çift kelamı edersem, sen de benimle selamı kesersin! En hafifinden diyorum.

Yeni sözcüklere duyduğumuz gereksinim, eskilerini çok kullandığımızdan yorduğumuzdan olmasın! Belli ki iler tutar yerlerini bırakmamışız, tüm pis işlerimizi onlara yaptırmışız, sonra da sanki ‘ağza alınmayacak’ şeyler onlarmış gibi kınamış, ayıplamış, yeni, cici sözcüklerle sürdürmüşüz konuşmayı.

Sohbet yoksa muhabbet de yok! Sohbet konuşmak değil, söyleşmek demek, hem de ne güzel demek, su gibi, şırıltılı, ışıklı, pırıl pırıl. Faşizm galiba bir de, aslında herkesin aynı şeyi birbirine üstelik de aynı sözcüklerle anlatması demek.

Çok değil, sadece 1 hafta sussak! Sus bi hafta desek adına da! Kimse kimseyle konuşmasa, devlet yurttaşlarla, hane halkı birbiriyle, memur amiriyle, telefonla, yüz yüze, uzaktan yakından, hiçbirimiz konuşmasak! Tabii tek başına, hiç durmadan, soluk almadan, birisi dinlemese ona ‘hoop nereye gidiyorsun, otur yerine!’ diyecek duruma gelmiş, konuşmadığı konu, müdahale etmediği, özel yaşamlar dahil, nerdeyse hiçbir şey kalmamış birilerinin de susması gerekiyor en başta. Sus Allah rızası için, sus bi hafta be adam! Sussa, sussak pandemi sürecindeki yunuslar, ceylanlar, balıklar, kuşların geldiği gibi, bazı sözcükler de yeniden gelir mi? Konuşarak barışı getiremedik, susarak getiririz belki, doğayı dinleyerek, yeryüzüne kulak vererek. Sessizlik olmadan konuşma olmayacağını anlar mıyız? “Kalpten kalbe bir yol vardır görünmez/gönülden gönüle gider yol gizli gizli” dediği Neşet Ertaş’ın, belki de gönül dağı, muhabbet dağı olur, sessizlik gibi sözcükler de yerini bulur!

SUSUZ BİR HAFTA

“Samsun’da TIR’ın dorsesinde 115 mülteci açıktan, susuzluktan bitkin halde bulundu.” 18 Ağustos 2020 tarihli bir haber bu. 20 yıl kadar önce Michael Winterbottom’un Bu Dünyada (In this World) belgesel filmini izleyince nefessiz kalmıştım ilk. Öykü aynı, yol aynı, amaç aynı, insanlar da aynı ülkelerin insanları. Afganistan, Bangladeş, Irak, Suriye, karayazılı, yolayazılı, suyayazılı, çöleyazılı insanlar. Bütün bu yazılar aynı değil ama. Türkiye’ye ulaşıp Ege kıyılarına dek gelebilirlerse oradan ya da Edirne’de Meriç nehrinden doooğru… Yolları açık olsun elbette, bahtları gülsün, sağ salim ulaşsınlar.

Yeni bir halk. Aslında en eski kavim, göç kavmi, göçmenler, mülteciler, sığınmacılar. Ne çok adları varmış meğer! Onların duracağı yok, suların da durulacağı yok. Yoksa kundaktaki bebek, hamile kadın, beli bükülmüş yaşlılar, yataklık hastalar, yani şurdan şuraya adım atacak gücü olmayanlar da yollarda, ormanlarda, sularda.

Solun, sosyalistlerin, sınır tanımayan değil, sınırların onları tanımadığı bu insanları da sınıfına alması gerekmiyor mu? 40 yıldır kimlik politikaları üreten sol bu kez de kimliksizler için politika üretemez mi? Soldan, sosyalistlerden başka kimi, kimsesi var ki onların?

Denizin dibinde balıklara yem olanlar, Ege’de boğulanlar, çoğunun cesedi kıyıya bile vurmayanlar, her yanı kapalı TIR dorselerinde nefessizlikten boğulanlar, açlıktan kırılanlar ve susuzluktan ölenler. Bunlar daha yolda yaşananlar. Bir de sınır görevlileri, güvenlik güçleri, gittikleri yerlerin halkıyla yaşadıkları çatışmalar, ölümler… Hakikaten ‘batsın bu dünya!’

Samsun’daki haberde çok yakıcı fotoğraflar da var. Dorsenin deliklerinden başını uzatan karayazılılara, polis hortumla su veriyor!

Su, nefes. İki kardeş, iki can, iki ruh. Su olmazsa, nefes beyhude. Hepimiz biliyoruz, Afrika uzak değil, hariç de değil, dünya çölleşiyor, susuzluk Afrika gibi kaç kıta ediyor Allah bilir! Musluklarından ses akan çeşmeler onarılıyor, fakat su akmıyor! Su karşısındaki durumumuz, ‘su akar, düşman bakar’ gibi. Suyun düşmanıyız. Başkalarına, doğaya acımadığımız için suya da acımıyoruz!

Bu yazı Muharrem ayına denk düştü. Belki de tam zamanıdır. Kerbela çölünde Yezit ve adamları tarafından susuz bırakılarak, oklanarak şehit edilen İmam Hüseyin ve kadınlı, erkekli, yaşlı, çocuk, kundakta bebek, masum 72 can için tutulan oruç ve matem ayıdır. Muharremde onların anısına su içilmez, oruç açıldıktan sonra çok koyu çay içilir su yerine. Susuz yaşanmaz, su, nefestir. Belki biz de su için ölenlerin, su içemeden ölenlerin anısına, insanlığın ilk büyük katliamı olan Kerbela’yı da hatırlayarak susuz bir hafta geçirebiliriz. Su yerine koyu çaylar, kahveler içerek. Belki o zaman, kocaman bir gözyaşına, bir damla suya dönüşmeye başlayan Afrika haritasına bakarak, kendimizi onların yerine koyabiliriz. Sokaklarda bir damla suyu çok gördüğümüz kedilerin, köpeklerin durumunu anlayabiliriz. Topraktan da gelsek suyla yaşıyoruz. Bir hafta koyusunu içelim, görelim. Su, candır.

SUYUN KALBİ

Ağır bir sis kavrıyor ufku
ötede durmadan çınlayan gözlerin
saçların buğday tarlalarıyla taralı
yağmurları savunuyorum
toprağı göğsünden öpen
yalnızlığım burkuluyor
avazı çıktığınca susuyor çocukluğum
şehrin sesleri içimde
tohumun gördüğü rüya
elde dikilmiş yaz elbisesi
uçarak yürüyorum
nehir yatağından geçiyor gibi günler
anılar akıyor
anılar susmuyor
yağmur durmuyor
yeniden doğuruyorum geceyi
yeniden insan oluyorum
kalbim artık suyun kalbi…

Eser Ceran Erdi