İcat çıkarmayalım ama bu sakinlik, huzur, barış da biraz fazla olmaya, çok gelmeye başlamadı mı? Herkesin yüzünde güller açıyor, dilinde bülbüller şakıyor, kimse kimsenin tavuğuna kışt demiyor, bir incelik, bir kibarlık, hani Gülten Akın görse, “ah kimselerin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya!” dizesini mutlulukla geri çekerdi, öyle!

Önemsiz Günler ve Haftalar-13

Küs Haftası

Biliyorum hepimizin adı Barış! Yani doğal adımız Barış! İçimizden geçen barış, yaşadığımız barış, çevremiz, ülkemiz, bölgemiz, dünyamız heeeep barış içinde! Kurtla kuş, aslanla ceylan, devletle yurttaş, akla kara, doğuyla batı, barış her yerde, her şeyde! Günlerimiz hep böyle gelip geçmede. Yalnız yaz mı, güz de kış da barış mevsimleri olarak yaşanıp gitmede. Ve bunlar gibi daha da neler olup bitmede!

Düşünüyorum da, bu kadar barış, insanlarda tembelliğe, hareketsizliğe, can sıkıntısına mı yol açıyor acaba? Sürekli bahar havası, ılıman, hoş, şerbet gibi, herkes mutlu, sakin bir kır havası, kırda bir pazar günü duygusu… İnsanoğlu tuhaftır derler ya, gün gelip, bu kadar güzellik, sakinlik, iyilik beni öldürecek, ne bu yahu cennete mi geldik deyip…

Deyip de ne olacak demeyin, şöyle yeni terimle ‘aksiyon’ isterse, gider komşusunun ağacını güneşimi kesiyor diye keserse, “Araban bizim tarafa 10 santim fazla gelmiş” derse, “Müziğin sesini kısın sizin yüzünüzden uyku uyuyamıyorum” diye duvarı yumruklarsa…

O zaman tıpkı haber klişelerinde olduğu gibi, Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de, her denizde sular yavaş yavaş ısınmaya başlar, bulutlar kararır, kafalar dalgalanır ve teyakkuz durumu hâsıl olur, komşular arası durum da işte bunun gibi olur. Diyeceksiniz ki, olur mu canım, bu kadar basit mi her şey, devletler, toplumlar, kültürler, dinler, mezhepler, milliyetler, uygarlıklar… Durun durun!

“Durduk yere de savaş mı çıkarmış, küsülür müymüş canım” demeyin hemen! Hiçbir şey durduk yere olmaz, öyle gibi görünse de sonradan gerekçe bulunur, yoksa da uydurulur. Önemli olan da bu değildir hem. Tamam, savaş filan çıkmasın, zaten korona nam virüsten burnumuzun ucunu çıkaramıyoruz evden ve dahi maskeden, eh bir de göz gözü görmez halde bu hastalıktan ve ölümden, bir de biz icat çıkarmayalım!

İcat çıkarmayalım ama bu sakinlik, huzur, barış da biraz fazla olmaya, çok gelmeye başlamadı mı? Herkesin yüzünde güller açıyor, dilinde bülbüller şakıyor, kimse kimsenin tavuğuna kışt demiyor, bir incelik, bir kibarlık, hani Gülten Akın görse, “ah kimselerin vakti yok durup da ince şeyleri anlamaya!” dizesini mutlulukla geri çekerdi, öyle!

İnsan, değil mi, sinirleri alınmış, genleriyle oynanmış, doğasına müdahale edilmiş gibi hissediyor. Yurtta barış, dünyada barıştan geçtim, doğada barış, rüyada barış içinde yaşayacağız neredeyse! “Olur mu böyle olur mu/güzelce savaşmak varken/herkes barış olur mu?”

Olmayacak şey ama oluyor işte! Galiba insanlık da dünyayla birlikte yaşlandı, yaşam süreleri uzadı, eh kimsede de bırak savaşı, cengi, fethi, cihadı, çayda çıra, kılıç kalkan, bir mumdur iki mumdur, çelik çomak oynayacak, at üstünde cirit atacak hal kalmadı, ki zaten ata sporumuz serbest güreşte de düştüğümüz utanılası haller biraz da bu nedenledir. Nedeni, sebebi, sonucu her neyse önemli olan milletçe, titreyip kendimize gelmemiz, eski, görkemli, ayağını bastığı yerleri titreten, yedi düveli kendisine boyun eğdiren savaşçılarımızın ruhuyla yine yedi kıta dört iklimde…

İnsan ecdadının başarılarıyla gururlanmaya başlayınca yazı da gazını alıp gidiyor… Peki, bu kadar abartmayalım ama biraz hareket edelim, güreşelim, boğuşalım, yarışalım, kapışalım, olmadı savaşalım! Yoksa halimiz fena, hep barış hep barış, buna can mı dayanır?

Ama derseniz ki ne savaşı, ne kavgası kardeşim, biz böyle barıştayız, iyiyiz… Öyleyse size hiç olmazsa fıtratınızı unutmamanız için küsmeyi salık veririm. Küselim, küsüşelim, küsülü kalalım. İnançlılar bayrama kadar küs kalırmış en fazla, tamam onlar bayrama kadar küs kalsınlar yine, biz bir haftayı geçmeyelim, bir hafta küsülü kalmak elverir. Bu uyuşukluğa da iyi gelir!

Öte yandan bu kadar barış devletimizin, milletimizin bekası için de iyi değildir. Uzun yıllar savaş yüzü görmemiş toplumların akıbeti hem milli benliğini yitirmek hem de düşmana karşı şimdiden teslim bayrağını çekmek demektir. Zannımca bu “barış barış” diye bağrışıp durdukları şey de bir Batı projesidir! Şaşırmadınız değil mi, zira Batı en insani, en doğal kavramları kullanarak, başka uygarlıkları, kültürleri, milletleri uyutmak, uyuşturmak için sürekli çalışmakta, sonuçta da bunda başarılı olarak, diğer ulusların gelişimine ket vurmaktadır. Eee toplum bir ev, insanlar da evlat gibidir. Evlatlar gibi toplumları da nasıl yetiştirip eğitirsen, ürünü de öyle alırsın! “Barış koyun çocukların adını!” diyen bir şiir dahi hatırlıyorum. Çocuklarla ilgili çok şiir yazardı, hatta “Çırak Aranıyor” diye, şarkısı da pek güzel olan bir şiiri vardı, ünlü şair, hah buldum, Refik Durbaş. Yani çocuklarımıza Savaş, Mert, Yiğit, Cenk gibi adlar koymak bile yasaklanacak neredeyse, ortalık “Barış Adlı Çocuk”lardan geçilmiyor baksanıza! Benim bile kalemime pelesenk olmuş, içinde barış geçen şiirleri, kitapları hatırlayıp duruyorum, o kitap da işte barış marış gibi şeyler yüzünden hapse girmiş bir yazarındı, Sevgi Soysal’ın.

Uzatmayayım, bu barış barış barış söylemi artık kabak tadı verdi, çok baydı. Milletimizde de haklı olarak bir nostalji peydah olmaya başladı. Toplumsal psikolojinin gereği olarak, zafer, galibiyet, üstünlük duygularını tatmak, yaşamak halkımızın da hakkı! Bak başka devletlere, hepsi maşallah aksiyondan yerinde duramıyor, uyku uyumuyor! Öyleyse biz de gelecek kuşakların savaşçı ruhuyla, vatan millet aşkıyla, yiğit, mert, sözünü dudaktan gözünü budaktan sakınmaz evlatlardan oluşması için ne diyeceğiz? Arş yiğitler…

Nerdeee! Biz artık sesimizi bile yükseltmiyor, yüzümüzü asmıyor, kaşlarımızı çatmıyoruz, nasıl küseceğiz diyorsanız… Hakikaten ben de unuttum, biz nasıl küserdik yahu? Onu soracak kimse bile yok ha, bakın şu barışın yaptıklarına! Oysa küsmeye dair ne güzel kitaplar, şarkılar da vardır. Carson McCullers’ın adı bile dünya güzeli Küskün Kahvenin Türküsü’nü hatırlayın. Küçücük bir kitaptır ama küsmenin hakkını verir. Onunla başlayabilirsiniz küskünlük eğitimine. Sonra Behçet Necatigil’in şiirlerinde hayli karşımıza çıkar küslük. O şiirlerden birinin adı da “Küskün Yolcunun Türküsü”dür: “Dünya böyle gidiyorsa/Elbet bir nedeni var/Ben sana küstüm küserek” der, bu da ’derviş küs’ü sayılır. Eklemeden olmaz, yıllar önce Kadıköy iskelesinde, olasılıkla iki kardeş, biri 5 yaşında oğlan, biri de olsun 6 yaşında kız, ellerinde birer dümbelekle nasıl çığlık çığlığa küsüyorlardı, görüp duymalıydınız! Sanki dünyaya küs gelmiş gibiydiler. O günlerde çok ünlenen, her yerde çalınan bir popüler şarkıydı çalıp söyledikleri: “Küstüm kara gözlerine/küstüm küstüm/Küstüm acı sözlerine/küstüm küstüm/Gölgesine, izlerine/küstüüüüüüm küstüm”.

Efendim küsmek galiba şöyle bir şeydi. Konuşmuyor, yüz vermiyor, görmezden geliyor, telefonlarına çıkmıyor, maillerine yanıt vermiyor, onun hakkında iyi şeyler düşünmüyor, iyi niyetler beslemiyordunuz! Nasıl, biz bir hafta buna katlanamayız, çatlarız mı diyorsunuz? Fakat mecburuz. Daha güçlü bir toplum, lider bir ülke ve geleceğe mührünü vuran bir devlet olmamız için, barış barış, nereye kadar diyor… Ve fakat elbette savaş filan ilan etmiyoruz! Ya ne yapıyoruz bunun yerine? Bugünden tezi yok her yıl bir haftanın ‘küs haftası’ olarak ilan edilmesini şiddet, hararet ve hasetle öneriyoruz!

Düğün

-Babacığıma-

Domatesli yaz işte

Kışlıklar kapıda

Konserveler dolapta.

İçimde köy düğünü

Gelinin atını soruyorum

Sessizce eğilip anneme

Takılar

Halaylar

Ekmeği kuşatıyoruz-

Mutlu olsun diye kuşlar.

İçimde bir kış ölüyor

Gelin ata biniyor

Alkışlıyorlar…

Begüm Şahbuda