Önemsiz Günler ve Haftalar-17: Kırmızı hafta

Önemsiz Günler ve Haftalar’ı yazmaya başladığımdan beri hep gönlümden geçiyor. Gönlümden kırmızı geçiyor. Kime sorsak, daha gönlüne sormadan kırmızı der. Kırmızı, gönül gibi bir şey. Gönlümüz. Alçakgönüllü, kendini olduğundan daha az, daha önemsiz gören ve gösteren, yüce gönüllü ise, bağışlayan, cömert, anlayışla karşılayan. Peki kırmızı gönüllü? Coşkulu, tutkulu, diğerkâm, özgeci, içi dışı bir, gönlü dolu, neyle dolu, yardımla elbet, bir şeyler yapmak, vermek, başkası için uğraşmak, kendisi için pek az şey istemek, yalnız kendinde olanı değil olmayanı da aramak, bulup buluşturmak ve buna gereksinimi olana, talep edene, arzu duyana, eksikliğini çekene sunmak isteyen kişi. Güzel kişi, iyi kişi, kırmızı kişi.

İnsanların gönlünün kırmızı olduğunu düşlesenize, nasıl anlayışlı, hem yalın hem de kat kat anlamlı, hem renkli hem de Cemal Süreya’nın “Kalın Abdal” şiirindeki gibi “cemi cümle bir sofrada/muhannetlik kalmayana” olmaz mıydık? Olmaz mıyız, yazıda, şiirde geçen, aslı yolda geçen abdal kişi de zaten kırmızı gönüllü olduğu için öyle adlandırılmamış mıdır? Abdal'ın adından ne olacak aman mı diyorsunuz. Ne olacağı var mı, olacağını olmuş, abdal olmuştur, ona da ne ad ne sıfat gerekir artık. Gönlü kırmızılardan der geçersin. O da bunu duyduğuna sevinir, geçer... Gideriz!

Fakat kırmızıda duralım. Zannımca kırmızıda durmak da, insana kendini gözden geçirmek, başkası diye birileri olduğunu hatırlatmak, hem biraz yavaşlamak, hem benden sana, bize, size doğru bir yürüyüş eylemek içindir, başlangıçtır. Sabah gibi, bahar gibi bir şeydir kırmızı, ilk gibidir, hep yeniden olan, yenilenen, yenileyen ki odur...Bizim de gönlümüz ziyadesiyle ondadır, kırmızıdadır, aldadır!

Kırmızı, “dost elinden içilen dolu”dur. İçlilikle dolu. Tüm renklerin anası değildir, ama kardeşidir. Kardeşlik dolusu, yoldaşlık delisi. Kardeşlikte analığı da babalığı da buluşturan bir gönül genişliği, gönül ferahlığı vardır. Ömer Oyal’ın güzel romanının adı gibi, “Ferahlık Anına Övgü”dür.
İnsan kırmızı düşünmeye başlayınca kendini yolda bulur. Çoktan yola düşmüştür. İster bir ayin deyin ister ibadet duygusu, ister Kudüs’e, Mekke’ye, Santiago de Compostela’ ya Hac yoluna koyulsun ya da bunların hiçbiri, niyeti kendini yolda bulmak olsun. Kim bilir belki de yaşamak, insanın kendini her yerde arama etkinliğidir. Her yerde arar, hiçbir yerde bulamaz. Belki de hepsi tesellidir, yol kavramı da yürümek felsefesi de, aramak da bulamamak da. Eh öyle bakmakta da ferahlık vardır, insanın ayağından yol, başından bulutlar, önünden dünya ve gözünden yaşam çekilmiş olur. Ve kişi kendini tam da aramadığı zaman aramadığı yerde bulur! Ne diyelim, yola çıkmak da kırmızıdır, eve dönmek de, dönememek belki daha koyudur, ama kırmızıdır.
Çok kırmızı vardır, aslolan kırmızı düşünmektir. Kırmızıda ferahlık vardır. Nasıl bir ferahlık? Geçici olmanın ferahlığı. Her şey geçer ferahlığı. Her şey geçer... Hayat da geçer ferahlığı. Bir madde, bir töz olarak gelmiş bulunmanın ve “şol yel esip geçmiş gibi” gidecek olmanın ferahlığı. O zaman kendimizi her şeye daha yakın hissederiz herhalde. Hissederiz değil mi? Ne bileyim, bazen ben bunları yazıyorum, okuyan da ‘vah garibim, naifim yine neler döktürmüş, rüyada yaşıyor!’ diye gülümsüyormuş gibi geliyor bana. O da güzel, gülümsemek, gülümsetmek, ‘olmayacak duaya amin’ demek de!
Diyeceğim, kırmızı düşünmek, varlığın hafifliğini duyumsamak, şu yeryüzünde fazla bir yer kaplamadan, çok da yayılmadan, hele hele onu da bunu da diye işgalci bir tavır takınmadan, başıma ne gelir diye aldırmadan, sözünü sakınmadan haksızlığın, zalimin, baskının, faşizmin, hırsın, gericiliğin karşısında durmak, söylemek, eylemek, konuşmak, yazmak...

Daha ne olsun? Düşüncemiz, aklımız kırmızı olsun. Kırmızıda her renk vardır, gökkuşağı gibidir. Geniştir, derindir, yüksektir, iyidir, sakindir, coşkuludur, tutkuludur, boşlukludur, doludur, delidir, gönlü açıktır, ezcümle kırmızı yalnızca bir renk değildir. Düşüncedir, düştür, eylemdir, yoldur.

Çok değil, bir hafta kendinizi kırmızı bir akışa bırakın, kaybolun, kendiniz gibi olmayın bir hafta. Nasıl mı yapacaksınız? Bir an durarak. Kendinizi durdurarak. Kırmızıyı düşünerek. Ekimdir, her şeyin kızardığı aydır, kırmızıyı duymanın, kızarmanın tam zamanıdır.

Bİ HAFTA DA BENSİZ KAL!

Bensizlik değil, ben ben demek, fazla benlik gütmek asıl densizlik! Fazla ben diyenlere bakın, onlar bile vaziyeti anladılar, birinci tekil kipi değiştirme yoluna gittiler, fakat neyi seçtiler: Şahsım!

Ben şahsen ‘şahsım’ demezdim! Ne bileyim, ‘Bu fakir’ filan derdim! Bir de hiç ben, şahsım filan demeden kendini adıyla soyadıyla, sanıyla, bazen ve özellikle yalnızca soyadıyla belirtenler, işaret edenler var ki...Var vallahi! Tamam Salah Birsel de öyle diyordu, onlara sorarsanız, size hemen Salah Bey’in denemelerini, şiirlerini gösterirler ama, öyle değil! Şöyle: Birsel’in yapıtlarındaki şaka, ironi ve alaysama, kendini de işin içine katmasını gerektirir, bu yazdıklarına daha da lezzet verir. Okurun da hoşuna gider. Salah Bey’in benine düşkünlüğünü göstermez. Ayrıca kabul edelim ki, o Salah Birsel’dir, “Salah Bey Tarihi” diye kitaplar yazacak kadar özel ve özgün bir kişidir. Fakat azizim siz Kemal Tahir ağzıyla öyle bir söylüyorsunuz ki adınızı soyadınızı vesaire, insan ‘Bu ne celal?’ demek zorunda kalıyor... Geçelim!

Biz diyelim, ama benin yeniden üretimi ya da ben çoğaltması olarak değil, Behçet Hoca’nın dilince diyelim, “biz ne para etmez onun peşindeyiz!” ilkesine uyarak: “Biz bu işin tadındayız. Ne paraya çevrilmez, biz onun ardındayız. Nerdesin dost—yanındayız.”

Yazıya başlarken Necatigil’in ‘şiir uçları’ndan bu ‘şiircik’ aklımda yoktu, ama Necatigil vardı. Zaten ‘ben’den söz edince onun çok sevdiğim, Bile/Yazdı(1979) kitabında yer alan “Ben” yazısı gelir aklıma. O yazıyı da hep ‘sensiz olmaz!’ duygusuyla sever, anar ve katılırım: “Bense şunu şunu yapacaktım, sen ne güzel bahanesin: Senin yüzünden, ben..” Böyle başlar yazı ve ister tasavvuftan diyelim, ister Hoca’nın mistik yanından ya da şiirin hakiki dervişlerinden biri olarak alçakgönüllü tutumundan, hepsi olabilir ve devamında da insanı hem kendine hem de kendinden başkalarına getirir: “Her ben, dolaylı şekilde bir sen’i anlatış, bir sen’den yakınıştır. Çünkü benim yerim sen’le onun arasındadır ve o değildir bana yakın olan, sensin. Ben, ben olsam dilbilgisi kitaplarındaki tekil şahıs zamirlerini şu sıraya göre düzenlerdim: Sen, ben, o!”

Tekil şahıs zamirlerini yeniden düzenlemeyi öneren Necatigil ben’i sen’e bağlıyor: “Başta sen gelir, çünkü ben diye bir şey yok sen olmadıkça” diyor. Biz de Hocamızın yolundan giderek, hiç olmazsa bir hafta ‘bensiz kal’alım diyoruz! Ne bu ben ben ben, bensiz kalın, kalalım biraz n’olur! Sen olmak kolay değil ama hiç olmazsa ben demeyelim konuşurken, yazarken benle başlamayalım cümlelere, şiir beni anlatmasın, şarkılar bensiz çalsın, seni seviyorsam zaten ben dememe de gerek yok, değil mi? Türkmen Kocası Derviş Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” dediği de, ‘sen’ değil misin hem?

Öyleyse kardeşler, arkadaşlar, yoldaşlar, yerliler, yersizler, üçler yediler kırklar aşkına olsun, bensiz bir haftamız olsun, kendimizden uzaklaşalım, biraz kafamızı dinleyelim, başkasının kıymetin bilelim, bencillikten kaçalım, sencileyin diyelim, değişelim, güzelleşelim!


Üç Öpücük
Annem
Sevgili oldu babamı öptü
Gelin oldu ninemi öptü
Ana oldu beni öptü
Annem
Uzattı elini yastık buldu
Uzattı elini toprak tuttu
Uzattı elini karanfil koktu
Annem
Yalnız kaldı
Kısır kaldı
Az kaldı
Zeynep Yolcu