İster “Bu gök, deniz nerede var/Nerede bu dağlar taşlar/Bu ağaçlar, güzel kuşlar/ Yürüyelim arkadaşlar” diyelim, ister “Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz/Tükenmez yolları tüketiriz biz/Ne saray, ne hamam, ne han isteriz/Nerde gün batarsa orda yatarız” diyelim. Hepimiz ‘yürüyelim arkadaşlar!’

Önemsiz günler ve haftalar-21

Bu Gök Deniz Haftası

Şarkının vatanı deniz, şiirin vatanı gök, insanın vatanı da yeryüzü... Olsun! Gerçi insanın vatanı insandır diye bilir, inanırım ama mekânı da cennetten önce yeryüzü olsun! Ondan da önce yeryüzü cennet olsun. Öyleyse ve demek ki önce, yoksa bu haftayı ‘önce haftası’ mı yapsaydık, baksanıza her şeyde bir öncelik var, şöyle mavisinden bir cumhuriyet bekliyor bizi denizde ve gökte!

Bencileyin değil, bizcileyin, olur ve de pek olasıdır. Niye demezsiniz bilirim, “anamız amele sınıfıdır/yurdumuz bütün cihandır bizim” diyenler için, bu gök deniz nerede vardır, elbette önce içimizde, dudaklarımızda, dilimizden dökülen şarkılarda ve kalbimize göre bir yürüyüş tutturan ayaklarımızda.

Yürümeyi severiz, hatta artık şöyle düşünürüz: İnsan yürümeye gelmiştir bu dünyaya! Buradan sonra başka bir âlemde yürümeye devam edeceğimize inanıyorum. Tamam tamam ben böyle inanıyorum, sizin şimdiden ayaklarınız geri geri gitmesin! Bu dünyada yürümek bana yeter diyorsanız, o da elverir. Yürüyelim arkadaşlar!

Diyorlar ki, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Bandırma vapuruyla Samsun’a çıkarak Anadolu isyanını ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasını kalıcılaştırmak için söylenen “Dağ Başını Duman Almış” marşı, aslında bir İsveç halk şarkısıdır, yani onun müziğine söz uydurulmuştur!

Bu gizli bir şey değil, hatta bu ormancı şarkısının adı da ‘Şarkıcı Üç Kız’, memlekete getiren de Cumhuriyet’in en parlak adlarından, eğitimci, sporcu Selim Sırrı Tarcan’dır. Kadınların da oynaması için yazdığı bir ‘Tarcan Zeybeği’ vardır. Eğitim, terbiye ve ahlak üstüne çok kitap yazmış, çeviri yapmıştır. Araştırmalara konu olacak bir düşünce insanıdır. Notalarını yurda getirmiş, şair Ali Ulvi Elöve de sözlerini yazmış, neş’e, mutluluk, coşkuyla söylenen bir yürüyüş şarkısı olmuştur: “Güneş ufuktan şimdi doğar/yürüyelim arkadaşlar!" Zıplayarak yürümek nakaratı sayılır ama zıplamaya eşlik etmek için de “tra la la la la” diye söylenir.

Ormancı şarkısı, ağaçlar, dağlar, ovalar, güneş, pınarlar, ışıklar... “Alnımızda yanar gençliğin tacı/Yorgunluğun anasını satarız/Elimizde neşemizin kırbacı/Ufukları önümüze katarız”. Nâzım Hikmet arkadaşı Va-Nu ile birlikte, Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere vapurla geldikleri İnebolu’dan Ankara’ya yürürlerken, yol arkadaşı olsun diye yazmıştır “Yol Türküsü” şiirini. Şiirle birlikte 3 kişi olurlar, 3 kişi daha hızlı, daha coşkulu, daha sevinçli yürümez mi, yürür! Hele üçüncü kişi bir şarkıysa!

İster “Bu gök, deniz nerede var/Nerede bu dağlar taşlar/Bu ağaçlar, güzel kuşlar/ Yürüyelim arkadaşlar” diyelim, ister “Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz/Tükenmez yolları tüketiriz biz/Ne saray, ne hamam, ne han isteriz/Nerde gün batarsa orda yatarız” diyelim. Hepimiz ‘yürüyelim arkadaşlar!’

‘Büyüyen Türkiye’ güzel bir masaldı, masallar eskir mi, eskimez, o da hâlâ uykudan önce anlatılıyor, üstelik yetişkinlere! ‘Konuşan Türkiye’yi ise, demokrasiyi lüks bulmanın bedelini askeri darbeyle ödeyen ve hapishanelerde yatan siyasetçimiz, yeniden özgürlüğüne kavuşup başbakan olduğunda söylemişti. Hatta “Dicle kıyısında bir kuzu kaybolsa hesabını benden sorun!” bile demişti, Fırat-Dicle kıyılarında ne kuzular kayboldu da kimse bırakın hesabını sormayı, ‘Nerde bu kuzular?’ bile diyemedi. Muhterem ‘Konuşan Türkiye’yi kendisinin konuştuğu Türkiye olarak söylemiş meğer! Eee, şimdi ‘Yeni Türkiye’ var biliyorsunuz, ‘Eski Türkiye’ye karşı! Biz ‘Başka âlem isteriz!’ dediğimiz için eskisini istemiyorduk, yenisini hiç istemiyoruz! Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti Türkiye’yi istiyoruz. Parlamenter düzeni, hukukun egemenliğini ve adaleti istiyoruz. O gelinceye kadar da ‘Yürüyen Türkiye’ istiyoruz! Bayramda seyranda, dağda bayırda, şehirde kırda, vadide ormanda, nerede olursak olalım, “bu gök deniz nerede var?” diyelim, bir yürüyüş eyleyelim! Adına da istersek “Bu Gök Deniz Haftası” diyelim, istersek hiçbir şey demeyelim, yürüyüp gidelim!

AVLUDA BİR HAFTA

Ece Ayhan’ın yazılarında rastlardım Ren Düşüncesi’ne. Hoşuma giderdi. Bir nehir-düşünce. Vadidüşü. Üzüm düşüncesi çağrışımları uyandırırdı. “Masa da masaymış ha!” Ren Düşüncesi’ndekileri söyleyince Ece, Edip Cansever’in bu şiiri hemen gelirdi aklıma: Hegel, Hölderlin, Schelling ve Marx.

Ece, oradan tarihi, felsefeyi, şiiri, siyaseti buluşturarak, birbirleriyle bağlantısızmış gibi görünen, oysa ‘sıçramalı’, yani ‘atonal’ biçimde neler sıkıştırdı oysa söyleşilerine! Onun söyleşileri de ‘zihin açıcı’, hatta sıçratıcı, yerinden uğratıcı olarak okunmalıdır hep.

Gamlıyız, baykuş gibi, düşünceliyiz. Arpacı kumrusu gibi derin derin mi demeli, yoksa dem çekerek mi, düşünmekteyiz. Düşüne düşüne karalar mı bağlayacağız, bir yere mi varacağız, bilinmez.

Düşünelim. Şöyle bir düşüncem var bununla ilgili: Ben düşünmezsem, biz düşünmezsek kim düşünecek? Ben görmezsem kim görecek? Ben merhamet etmezsem kim edecek? Ben sarmazsam kim saracak? Ben sevmezsem kim? Kim ilgilenecek biz ilgilenmezsek?

Adına da ‘Kim Düşüncesi’ diyelim, yani diyebiliriz. ‘Biz Düşüncesi’ de olabilir. “Ben yanmazsam kim yanacak?” Düşüncemizin savsözü de bu olabilir hatta; yanıt gibi soru. Yeni sorularımız, yeni yanıtlarımız olur, yeniden düşünürüz. Öyle ya “dünle beraber gitti cancağızım/ne kadar söz varsa düne ait/şimdi yeni şeyler söylemek lazım”dır.

Neredeyse tarihöncemden beri şiirle uğraştığım için -şikâyet etmiyorum, hep uğraşalım anlamında söylüyorum- son yıllarda ‘şiirle düşünmek’ diye bir kavramı yineleyip duruyorum. Yinelemek hoşuma gidiyor da, bakalım sahiden şiirle düşünüyor muyum? Düşünmesi, söylemesi kadar kolay mı? Değil.

“Benim bi fikrim var!” diyor ya çocuklar, benim de bir düşüncem var, epeydir. Söyleşilerde andım, bazı yazılarda değindim, bir de bu bizim malum haftalar dolayısıyla birlikte düşünelim istedim.

Avlu Düşüncesi. Farkına varmadan ‘şiirle düşünmek’ etkinliğinden doğdu sanırım. Avlu bir imgeydi. İmge neydi? Avluyu havalandırmak. Düşünmek de bir havalandırma eylemi değil midir? Kapıları, pencereleri açmak, içeriye temiz, taze hava girmesini sağlamak. Sade ve yalın bir oluş. Oluşun süreği akış.

“Memleketimi Seviyorum”. Onda ve sevdiğim başka ülkelerde hep avlulara girdim çıktım. Belki de benim için ülke, avlunun kıyısıydı. Avlu bir denizdi. Bir içdeniz. Yoksulundan süslüsüne, yalnızından renklisine, suskunundan şenliklisine, Anadolu’dan Endülüs’e kendimi avlularda buldum. Ruhumu da orada unutmuşum da bulmuşum gibi sevinç duydum.

Avlu bir sevinç düşüncesidir. Avluyu sokakla, gökyüzüyle, denizle buluşturan sevinç.

Avlunun güneşi doğudan gelmez. Avlunun güneşi içindedir, kendisindedir, evlerinde, evlerinin yüzündedir. İnsanın güneşi de yüzündedir. Gülüşlü diye sevinmek, güneşli diye sevinmektir. Avlu düşüncesi de bir güneş düşüncesidir, güneşli düşüncedir. Avludaki evlerin birbirine bakarak sevinmesi, gülüşmesi, güneşle göz göze gelmesidir.

Avluda evler evlere bakar, evler yüz yüze bakar, insan da insan bakar, insan insandaki güneşe bakar, gülüşlenir. Sadece budur avlu düşüncesi: Avluda evler nasıl yüz yüze bakıyorsa, hayatta da insanlar yüz yüze bakıyor, bunu unutmayalım diyedir. Yüz yüze bakıyoruz demek, ipek gibi yumuşak, su gibi akıcı ve güneş gibi sıcacık gülüşlü bir şeydir, iyiliktir.

Hepimiz elbette aynı gemide değiliz, ama hepimiz aynı denizdeyiz. Aynı avluda olmasak da evler gibi yüz yüzeyiz birbirimizle. Avlunun kıymetini bilelim, onun şu kuşüzümü kadar ufak düşüncesine sevinelim, aklımıza, içimize, fikrimize, yüzümüze düşürelim.

Avluda bir hafta geçirelim, sevinci bize de geçsin, iyi ki yüz yüzeyiz diyelim.