Önemsiz günler ve haftalar-23

Ne haftası? Hiç!

“Neyin var?” diye soran olursa, “hiç” de, “hiç” diyelim. Bunu deyip bırakalım, hiçbir şeyim yok özrünü takmayalım ardına. O zaman hiç olmaz! Her şeyi anlatmaya, her soruya yanıt bulmaya kimin gücü yeter? Kimin hali var? Halimiz varmış gibi yapmayalım, elbet surat asmak da hakkımız! İçimize kaçtığımız, mağaramızdan değil başımızı uzatmak, burnumuzun ucunu çıkarmak istemediğimiz, içlendiğimiz bir haftamız olsun. Hepimiz hiçimiz olalım, hiç olalım. İçimizde bir yer bulalım. Bakalım önce, bir soralım: “Ey içim, bir yerin var mı benim için?” “Yok” derse şaşırmayalım. Yoktur, doludur, tüm yerler tutulmuştur, münhal bir oda bulunmaz bazen içimizde. Gidecek yer de yoktur, kalırsın dışında.

Önceden ayırtırsak açıkta kalmayız, çok değil, bir haftalık, sadece 7 günlük bir yer yeter içimize çekilmek için. Bazen iç vaktidir, iç mevsimi gelmiştir. İç geçirmek, içlenmek, içli dışlı değil içli içli olmak ister insan. Herkesin kendi içi var, herkesin içi başka. Herkesin içini tanıyacağı bir mevsim vardır. Tanıyacağı, tanışacağı. Onunla karşılaşmadan gitmemeli. Bir iç çekiş anıdır belki de bu. Sadece o kadar mı? Değil. İçimizi çekeriz, içimize çekiliriz. İç ile hiç arasında uyak vardır ama ondan önce uyum vardır. İçe dönüş, hiç olmayı bilmekle olasıdır.

Bazı sözcüklere bazı yazılarda ve şiirlerde rastlayınca, sanki ilk kez karşılaşmış gibi olurum ve bundan şaşkınlıkla karışık bir sevinç duyarım. Aslında pek sevinç duyulacak sözcükler değildir bunlar, ama benim sevgili çokşairim hocam Ergin Günçe’nin “güzel bir durum kıyısındasın” dizesi gibi güzel bir durumda hissederim kendimi. O hafif kederli ve biraz sitemli sözcüklerin üzgünce söylenişinde bile, söyleyene ilişkin bir incelik, yavaşlık ve kırmama, incitmeme arzusu bulurum. İçlenmek sözcüğünde, en çok da gücenik sözcüğünde. Ne güzel harflerdir ki onlar yan yana gelmişler ve bizim için böyle güzel bir sözcükte buluşmuşlardır. Ülkü Tamer de “Ben sana teşekkür ederim beni sen öptün” dizesini böyle bir buluşmada yazmış olmalı!

Sızı da bu sözcüklerden. İnce bir sızı diye de geçer iç sızısı olarak da: “Gam elinden benim zülfü siyahım/peykan değdi sinem yaralandı gel” diye bir mırıldanmaya da dönüşür.

Hiç. Hiçlik. Hiç olmak. Hiç olmamak. Hiçleşmek. Hiçleştirmek. Hiçlenmek. Hiçin biri. Hiçten… Ne çok hiçle yaşıyoruz sorusunun birdenbireliğinde bir hayret bulur ve şaşkınlığımıza şaşarız. Hiçle dopdolu olduğumuzu unutmuşuz gibidir üstelik. Hiçle dolmamış, yoğrulmamış olsak, ne olmuş olacağımızı bile bilmeyiz, galiba düşünmek de istemeyiz. Zira yanıtı çok ürkünç, Lale Müldür Türkçesiyle de ‘korkünç’ olabilir. Hep isteseydik, her dediğimiz yapılsaydı, hepsi de tastamam yerini bulsaydı, herkes bilseydi, Akif Kurtuluş Türkçesiyle de ‘hakkatten’ ‘korkünç’ olmaz mıydı? Olası gelip de geri durası olur muydu?

Hiçten içe geçmek de zor değil, içten hiçe geçmek de. Belki de içimizle dışımız arasındaki avludur hiç. İçimizin zarıdır, kabuğudur, zarfıdır, örtüsüdür. Sınır yoktur gerçekte, ne zaman ihlal ettiğimizi de bilmeyiz o nedenle. Sınır değilse de, içle dış arasındaki makasçı olabilir hiç: “Bir kırmızı bir yeşil.” Sonsuzdur, sıfırdır. O bile değildir, abartmayalım. Hiç abartılır mı? Ne sonsuzu ne sıfırı? “Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan” hiçkuşunu dinlersek, “Rindlerin Akşamı”nda bir yeri olduğunu fısıldayacaktır bize.

Birkaç da dize. Biri Cenk Koyuncu’nun bıraktığı “Hiçbir şeyim yoktu benim, her şeyimi aldılar” dizesi ki Cenk de öyle gitti bu dünyadan. Rodos ile Cenk’in hikayesini kim anlatacak, şiirini zaten kendileri yazdılar, dedim ve der demez de utandım, kim ne demek, biz niye yazmıyoruz? Yakınları değil miydik Cenk’in? Yıl bitmeden yazayım Rodos ile Cenk’i. Hiçbir şeyleri yoktu birbirlerinden ve şiirlerinden başka. Önce Rodos gitti, ardından da Cenk, her şeyleri de kendileriydi işte! Ben de bir demiş bulundum: “Varımla hiç oldum ben/yokluğum bana artar.”

“Ne haftası?” derlerse, “hiç” deyin!

Salih’li Hafta

Şöyle bir yazı var aklımda. Galiba aklımda yazıdan başka bir şey de yok. Bazen şiire de kayıyor ama iki ucu… 7 yazar/şair seçip onlarla bir süre vakit geçirmek isterdim. İkisi belli, ilki Salih Ecer, ikincisi Memet Baydur. Salih şahane bir insandı, çok sevdiğimdi, iyi arkadaşımdı. Memet Baydur’la hiç tanışmadık. Ama yazdığı her şeyi okudum, Cumhuriyet’te, galiba pazar günleri, yazdığı köşe yazılarını da, öykülerini, oyunlarını, Adalet Ağaoğlu ile mektuplarını… İyi bir yazar, çok da sevdiğim bir fotoğrafı var, hınzır, muzip, mahcup karışımı, nasıl oluyorsa, kırmızıya çalan da bir gülüşü. Demek ki böyle ve iyi oluyor.

Salih frankofondu, kız kardeşi Sedef Ecer de şimdi Fransa’da iyi tanınan bir oyun yazarı. Salih TİP’liydi, reklamcıydı, kardeşi Sinan Ecer de reklam fotoğrafçısı. Salih galiba Türkçenin her dem en yeni, taze, bilgelik, acemilik, iyilik dolu, dostluk ve arkadaşlık ve yoldaşlık kokulu şiirlerini yazdı. Baştanbaşa deyin, üstü başı da olur, içi dışı şiir dolu bir adamdı, tepeden tırnağa şiire kesmiş. İlhan Berk’in ‘dünyada her şey yazılmak için vardır’ sözünün ve herkesin ‘her şey şiir olabilir’ anlayışının da yüklenicisi Salih oldu. İçimi titreten, gönlümden geçen, gözümde bir damla olarak duran, burnumda tüten şiirler okudum ondan.

Neruda’nın ‘Postacı’sı (Il Postino) vardı biliyorsunuz, Salih kendi şiirinin postacısıydı. Şiiri hem koklar hem toplar hem yazar hem zarfa koyar, üstüne de el yazısıyla, diyelim ki ‘gönül içi kargo’ yazar, evlerin kapılarına bırakırdı. Gönüllü adamdı, dağı gönül olanın, şiiri yaman olur, ama hali de duman olur! O dağa gönül mü dayanır?

Salih’le 1 ay Fransa’da gezmek isterdim, güneyde, Montpellier civarında, Paris’te, yemek, içmek, bakmak, konuşmak. Memet Baydur’la da Madrid’de ahbaplık etmek isterdim bir zaman, 10-15 gün. Dolaşmak, tütün içmek, İspanyolca şiirler dinlemek, daha dünmüş gibi İç Savaş’tan konuşmak… Söylemişimdir, okumayı en çok sevdiğim tarihi ve politik konular, İttihat Terakki’yle başlayıp hepsi başka yöne giden aydınların, askerlerin serüvenleri, 1917 Bolşevik Devrimi ve öncesi, 16. Yüzyıl Anadolusu, dervişler, abdallar, Kalenderi, Haydari, Bedreddini tarikatlar, İspanya İç Savaşı…

“Bugün bize pir geldi” demek, sevinç geldi, elma geldi, kırmızı geldi, gülüş geldi demek kadar hoş, yalın, sade, doğal ve sıradan bir şeyse, “Bugün bana Salih geldi” demek de öyle. Salih’in sarı zarfta eve bıraktığı 4 şiir ve 1 yazısını buldum, öyle iyi saklamışım demek ki, ancak buldum. Onları ‘Sözcükler’e vereceğim, Salih de orada yayımlardı. Dünyaya söyleyeyim istedim.

“Acemi bir aletsem solak/rıza gösterebilirim yanlış yontmaya/zayıf, çelimsiz ellerim/ uzun uzadıya aşık kalacak” der ‘Lal’ şiirinde.

Salih bir haftamız olsun, Salih’i duyan gelsin. Hulki gelsin, Mehmet abi gelsin, Necati Abacı, Günsür, Ahmet Erhan, Nilgün Marmara, Sansar gelsin, bizim Seyhan, Süha Tuğtepe, Didem, Mevlüt, Enver Ercan, Behçet gelsin, Metin abi, Adnan Azar gelsin, Halil gelsin Halil, canlar canı kardeşim. Herkes gelsin! Gelsenize, gelin yahu, bir haftalığına olsun, gelin, söz sonra da biz size geliriz!

KALP SOĞUMASI

İnsanı olmayan o köyün türküsünde

Ateşin yasaklandığı bir dağ vardı, değil mi?

Ne kadar gitsek hep aynı kara taşa vardığımız

Ve dillerini unuttuğumuz hayvanlar.

Bir böceğin ışığından hakikat devşirdiğimiz

Bu yolda başlarken son nefesi yaprakların

Heybemizdeki her şey bir ağıda dönüşüyor.

Dünyanın kalbi sıcaktır diyorsun

Ama soğur insana ulaşana dek

Şimdi, karı erimeyen o dağ başında

Yangının sessizliği başlayacak, değil mi

Ve susacak kalp

Soğuyacak.

Eylem Ejder