Önemsiz günler ve haftalar-26

Çarşamba’nın gelişi haftası

Artık gelişine mi demeli gidişine mi bilmem, zira perşembeye selam vermiş bulunuyoruz. Günlere selam vermemek olmaz, her günü ayrı ayrı selamlamamak hiç olmaz! Öyleyse “Sana selam olsun/hürriyetlerin meçhul olduğu dünya/canım Türkiye! /çalışan halklarıyla ümmi/çalışan halklarıyla garip/ırgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri/kadınları, erkekleri, hapisaneleri/...Sana selam olsun/sürgünler, mahkumlar, hastalar/alacağın olsun seni İstanbul seni” der ve sürdürür Enver Gökçe. Bu yıl 100. yaşını kutladığımız bu çileli, has şairimizin “Dost” şiirini bilmeyen yoktur ama, bir kez de şimdi okusak ne güzel olur. Anmış oluruz Enver Gökçe’yi de tüm “Dost”luğuyla.

Şiirin sonunu da böylece görmüş, “Gel günlerim gel de dol!” dediğini de okumuş oluruz. Biz de 7 günü de dolu dolu yaşamak ve günümüzü doldurmak istediğimize göre, selam vererek çağırmaya başlayabiliriz. Son yıllarda cuma günleri, cep telefonlarından sosyal medyaya, ‘hayırlı cumalar’ yağmaya başlıyor sabahtan: Hayırlı cumalar!

Cuma hayırlı, peki diğer günler? Hepsinin bir anlamı yok mu, olmamalı mı? Pazartesi hayırsız evlat mı? Olur mu, aksine, nerdeyse günlerin günah keçisi, hatta insanların günah keçisi. Salgın öncesi, cuma günleri, bir okula, derneğe, sendikaya, vb. söyleşiye, etkinliğe gittiğimde, söze, çoğunluk gibi ‘hayırlı cumalar’ diyerek başlardım, ama orada bırakmazdım. Sürdürürdüm. Şenlikli cumartesiler, mutlu pazarlar, güneşli pazartesiler, sakin salılar, iyimser çarşambalar veee uğurlu perşembeler!

Hani şu çarşambanın gelişinin ondan belli olduğu gün, o işte, uğurlu perşembe! Uğurlu olmaz mı iyimser çarşambayla kardeş çünkü. Şimdi çifte uğurlu olmadı mı perşembe?

Annemin, kardeşlerim Halil ile Ali’ye, “Yusuf ile Kamber” deyişi geldi aklıma, çarşamba ile perşembeyi düşününce. Başlıkta geçen Çarşamba, günün ilçelerinden değil, Samsun’un ilçelerinden, ama yine Samsun’daki Perşembe’den sonra geliyor. Lafın gelişi bundan. Öylesine bir laf değil ama, belki de bilmeden iki günün yakınlığına işaret ediyor. Etsin bakalım!

Perşembe günlerin şakacı çocuğu gibi, neşeli, pırıl, güneşli, sözleri de parlıyor gözleri de, yahu bu kalıbı bir yerde daha kullandım ama, nerde, hayırlısı, fakat tam da öyle, ya da şöyle, yüzü de gülüyor gözü de, devam, içi de güzel dışı da...Diye diye aslında, sanki en sevdiğimiz günü de seçmiş oluyor olabilir miyiz? Bu cümleden mülhem, biz de olmuş olduysak olalım bari! Yoksa ne olmuş olacağımız olur ne de olsak olmasak kime ne olakalırız ola ola!

Liseden hatırlarız perşembeyi. Biz de çalışkan değilizdir ama şiirle, edebiyatla, eh tabii siyasetle de uğraştığımız için daha ciddiyizdir, kimse almasa da biz kendimizi ciddiye alırız. Perşembe de çalışkan değildir ama, onun çalıştığı bir sevinci vardır, yaydığı, paylaştığı. Bir gün beyaz gömlek giymenin sevincine benzer, şakacılığına da. Saçları mı gürdür neşesi mi yoksa kafasında bir bulut gibi onunla dolaşan gülüşlü sözcükleri mi? Hemen herkesin çalışkan mı tembel mi olduğuna ilişkin bir soru, bir fikir vardır ama, onun için zihinde beliren ilk düşünce bu değildir, tembel değildir, çalışkan olup olmaması da kimsenin umurunda değildir. ‘Arkadaş canlısı’, ‘dost canlısı’ ne güzel deyimlerse, onun için ‘neşe canlısı’, ‘güneş canlısı’ demenin anlamı da aynıdır. Karikatür çizer, spor yapar, dans eder, gitar çalar, masa tenisinde birincidir, eski Avrupa mektupla satranç yarışması şampiyonudur, yüzmede derecesi vardır, ama hepsi de perşembenin doğal hali, günün mayasıdır. Pek fazla ‘kasmadan’, zorlamadan bir yere de girerler, hukuk, mühendislik...

Bazen de iki kardeş iki günü paylaşmak yerine, bir gün çarşamba olurlar bir gün perşembe...Deyince gözümde canlanır Akif Kurtuluş ile kardeşi Murat Kurtuluş. Gününe göre artık biri çarşambadır biri perşembe, iyimserlik ve neşe!

Öyleyse çarşambanın iyimserliği perşembeden, perşembenin neşesi çarşambadan, ikisinin güzelliği de kardeşlikten diyelim ve kardeşlerimizi sever gibi onları da çok sevelim. Ama çok sevelim tamam mı, çok.

Ey mübarek cuma hoş geldin. ‘Hayırlı cumalar’ dedik ya. İşte herkesin meşrebine göre sevdiği bir gün. İnananlar için öğlesi, beş koca günün sonunda özgürlük arzusuyla tutuşanlar için akşamı, sonra da gecesi. Nerdeyse iki güne bedel bir gün cuma. Sakinliği ve telaşı iç içe. Her şeyin hem bunca iç içe olduğu, yaşandığı hem de birbirlerine hiç değmeden, sınır ve gönül ihlali yapmadan geçip gittiği, durup dinlediği, sevip sevindiği bir gün. Günlerin vatanı. Daha doğrusu günlerin eski vatanı, eski Türkiye’si. Aynı mahallenin cuması. Mistik ile dünyevinin buluşması, ikisinin de kendine aynı günde yer bulması.

İyiliğin güneşi nasıl en çok, en güzel çarşamba günü parlıyorsa, ruhumuza kadar ısıtıyorsa, perşembenin neşesi uğurundan yüz buluyor, uğuru neşesinden tütüyorsa ve herkesin uğurlusu oluyorsa, Cuma da herkesin hayırlısı olsun.

Cumartesiye gelince...İşte o an...Eskiden ben de sormadan, sorulmadan derdim, severdim, yine severim ama...Çok uzun zamandır, cumartesi için, özelleştirilmiş bir şeker fabrikası üzüntüsü var içimde. Rayları ölmeden toprağa verilmiş, trenleri viran olası haneler gibi ıssızlığa terk edilmiş Haydarpaşa Garı acısı var. Cumartesi de öyle, özelleştirilmiş, satılmış, şimdi cilalanıp parlatılarak yeniden işletmeye alınmış gibi.

Cumartesi ne zaman yeniden eski güzel günlerine döner bilemem. Şimdiki haliyle dünyanın kendisi oldu, dünya ile kardeş oldu. Dünya pazarı. Diyeceğim, günleri başka bir yer başka bir zaman olarak yaşayalım yine, dünyadan alalım, ayıralım, saklayalım, bari onlar eski kalsınlar, bize eski halimizi hatırlatsınlar, yaşatsınlar derken... Belki de içlerinde en sevgilimiz olan cumartesinin bu duruma düşeceğini, düşürüleceğini hiç düşünemedik!

Cumartesi şımardı, burnu büyüdü, kibrinden yanına varılmaz oldu. Kimselere gönül indirmez oldu. Gönül günü gönülsüz oldu. Günlerin padişahı oldu, keşke eskisi gibi olaydı, ‘günlerin kralı’ olarak kalaydı! Ne kral gün şu Cumartesi deseydik! Gülüp eğleneydik!

Pazar. O da pazartesinin kardeşi. Kaderleri bir. Bakmayın Pazarın boş, pazartesinin dolu gözüktüğüne. Pazarın gözleri dolmasa da içi pazartesi sıkıntısıyla dopdolu. Bunda sıkılacak ne var, otursun keyfine baksın, gününü gün etsin değil mi? Öyle ama değil. Ne yazık ki Pazartesiyi Pazar öğleden duymaya, yaşamaya başlıyor büyük insanlık. Kuş sesleri ovaya, Pazartesi sıkıntısı Pazara yayılıyor, ne kuş sesleri ne yaprak hışırtıları, ne nerede bu dağlar, taşlar hiçbir şey gideremiyor iç sıkıntımızı. Felaketimiz oluyor ağlıyoruz!

Bunda ne Pazarın suçu var oysa ne de Pazartesinin. Neyin suçu var derseniz, sistemin derim. Günleri de toplum gibi sınıflara ayıran, sınıf sisteminin. Öyle olmasaydı da, günler de ‘imtiyazsız sınıfsız 7 gün’ olaydı, kimine hoş deseydik kimine iyi, kimine güneş yakıştırsaydık kimine gökkuşağı, hepsini bir şiiri sever gibi, bir insanı, bir çocuğu sever gibi öve öve, güle güle sevseydik böyle mi olurdu?

Zeynep Akça “Perşembe” şiirinde ‘günlerin yenilgisi’nden söz eder: “Aslında dün yenildik denilebilir/Ama bugün kabulleniyoruz”. Günlerin aralarında bize karşın kardeşlik, dayanışma var yine de. Kim bilir bizim de örnek almamız gereken budur belki de. Öyle yapalım, kendimize birer günü örnek alalım, bir haftayı o günle yaşayalım!