Ekmeği küçümseyen de, onu aklı sıra hor ve hakir gören de sonradan görmedir, kendini fasulye gibi nimetten sayandır! ‘Faşist zihniyet’ budur! Halkın ekmeği üstüne olur olmaz, ileri geri konuşmaktır.

Önemsiz günler ve haftalar-28: "Ekmek mübarek" haftası

Ekmeğin günü yok, haftası da. Tanrının her günü, ekmeğin günü. Kutsallardan kutsal beğenseler, herkes önce ekmek der! Geri kalan hiçbir şey karın doyurmaz çünkü! Ne din ne devlet, ne inanç ne görüş, hepsinin soframızdaki yeri ekmekten sonra gelir. Ne sofrası, hayatımızdaki yeri diyecektim!

Almasak da yemesek de, ben yiyorum, ekmeği düşünmediğimiz gün yok. Aklımızdan çıkmayan şeylerin başında o var. Dünyayı ve memleketi sömüren bir avuç para babası kapitalistin, vurguncunun, talancının, soysuzun, hırsızın dışında, hepimiz onun derdindeyiz. Şairler ve eleştirmenler, bir de çokbilmişler diyorlar ki, halk şiir okumuyor! Ben de diyorum ki, okuyor ama sizin ruhunuz duymuyor, zira siz şiir deyince kâğıt kalem, sözcük dize, duygu lirik gibi şeyler anlıyorsunuz, “o meretten biz de çıkarız biraz”, ama “bu memleketin en yavuz evladı” Nazım ağabeyin de dediği gibi “ne haltedek dostların karnı açtı”. Bunun da lamı cimi, ötesi berisi yoktur.

Önce Ekmekler Bozuldu demişti, çok sevdiğim, yazılarını ve öykülerini hep hevesle okuduğum Oktay Akbal. Bu sıradan bir başlık değildi, ağır, çok ağır bir şeydi, ama daha ağırı da varmış, ‘önce insanlar bozulacak’mış, bozulurmuş meğer! “Önce İnsanlar Bozuldu” ne yazık ki, sonra da her şey...

Kafası bozuk insan iyidir, ruhu bozuk insandır bir nedeni de kafası bozuk olmanın. Giderek yalnızca kafası bozuk değil, birbirine bozuk, topluma bozuk, dünyaya bozuk, Tanrıya bozuk olacak insanlar. Çünkü ‘ekmek gibi aziz’ bir şey var. Ve ondan daha kutsalı yok. Kimseyle kutsallık yarıştıracak halim de yok ama, yeryüzündeki en kutsal şey ekmektir ve ekmeğin yoldaşları, anıları, öyküleri, halkı...

Ekmek, halktır, ‘büyük insanlık’tır, değil dünya, güneş bile uyurken yolda olmaktır, gün uykudayken daha günü açmaktır, her gün yeniden hayatı açmaktır ekmek. Bir günahtan söz edilecekse, ekmekle dalga geçmektir en büyük günah, ‘haram’ yemekten de beterdir! Sözüm ona ‘haram’ yemekten sakınanlar, halkın ekmeğiyle dalga geçiyorlar! Ekmeği küçümseyen de, onu aklı sıra hor ve hakir gören de sonradan görmedir, kendini fasulye gibi nimetten sayandır! ‘Faşist zihniyet’ budur! Halkın ekmeği üstüne olur olmaz, ileri geri konuşmaktır.

Sevgi de öyledir, dostluk da, ama asıl, ekmek emektir. Eski düşünce, aşınmış sözcükler, klişe sloganlar, ne derseniz deyin, sözkonusu olan ekmekse, her şey teferruattır! Yani demem şu ki, emek, hâlâ en yüce değerdir ve ekmek de o değerin sıcaklığıdır. Bundan sıcak, bundan değerli, bundan kutsal ne olabilir, sizin vardır, benim yok, benim ekmekten daha kutsal bir değerim yok, ekmek kraldır!

Cemal Süreya’nın şiiri, “Daha n’en olayım isterdin/onursuzunum senin” diyordu ya, ekmek de öyle, biz onların gurur duydukları şeylerle gurur duymuyoruz, ekmekle gurur duyuyoruz. Ekmeğinin derdinde, yolunda, davasında, izinde, peşinde, gününde, meselesinde olanlarla. Yere Düşmüş Dualar gibi yere düşmüş ekmeği de, alıp öpüp başını koyanlarla.

Yukarda ekmek var, yer ekmek gök ekmek. Askıdan söz etmiyorum, yukarda, en üstte ekmek var. Ekmek şiirin de, resmin, müziğin, edebiyatın, tüm sanatların da üstünde bir sanat, emek sanatı, çalışma, üretme, yaşama, bölüşme, paylaşma, çoğalma, çoğaltma sanatı. Aşkı da bir sanat sayacaksak sevme sanatı, aşk sanatı, şefkat, merhamet ve adından başka bir şey aklınıza gelmeyen adalet sanatı be ekmek!

Ekmek ulan bu ekmek, nimet, ne günü ne haftası, her öğün gerek, herkese gerek, laf etmeyin, çarpılırsınız, ekmek mübarek!

“ESKİLER ALIYORUM!” HAFTASI

Bazen gölgesini kendisi sanır insan. Gölgenin oyununa mı kapılır diyelim yoksa güneşin iğvasına mı? Nerelere gitmiştir öyle, çok yerler görmüş, nice lezzetler tatmış, ilginç insanlarla tanışmış, gezmiş, görmüş, yemiş, içmiş, deneyim, dost, arkadaş, bilgi, görgü kazanmıştır! Ruhunu yenilemiş, varlığını tazelemiş veee yepyeni bir... İnsan oluvermiş midir acaba?

Acaba gerçekten öyle midir yoksa insanı geride bırakıp giden gölge midir bütün bunlarla donanmış olan? İnsan işte, bazen gölgesini unutan olur, bazen de gölgesinin unuttuğu! Ve ne zaman havalansa, bir zaman yerde olduğunu, yürüdüğünü unutur! Oysa kuşlar bile sürgit havada kalamazlar, konarlar, sonra yeniden... Fakat insan!

İnsan bir kez unutmaya görsün maazallah, dedim ya kendini unutur, kendini gölgesinde unutur! Bazılarının eskide unuttuğu gibi bazıları da yenide unutur kendini. Ama nasıl yeni! Bir şeylerden kaçar gibi, çabucak geçsin, bitsin, gitsin der gibi. Dün hiç yokmuş, bugün hiç olmamış gibi, öyleyse yarın da geride kalsın, bir an evvel tükensin isteği.

Üniversitede ‘yaratıcı yazarlık’ dersinde duymuştum, bir öğrenci, arkadaşını tanımlarken ‘aşırı piç!’ demişti, ‘fırlama’ yani! Bazen böyle birini görünce, içimden aklıma geliyor, beni gülümsetiyor. İnsanın gölgesi de bazı durumlarda aşırıya kaçıyor, ‘aşırı gölge’ oluyor ve insanı ortada bırakıyor!

“İnsan ortalık değildir ya hu!” diye ünlemiş ve inlemiştim bir vakitler. Ne fayda! Söylediğinle kalırsın, kaldım. Gölgemi kıskandığımdan, benden uzun boylu olmasına katlanamadığımdan değil, beni bir hırsız gibi çalıp suçuna ortak etmesini istemediğimden! Lenin’i severiz, devrimini de, o ayrı, ama bazen de “İki adım ileri, bir adım geri!” deriz, durmak isteriz.

İnsan gölgesiyle aynı hizada olur mu, sen hücredesin diye gölgen de hücrede durur mu, bir bak kalbin yerinde mi, kalp her zaman yerinde bulunur mu, ya gönül, ona bir lafın yok mu?

Diyecekler ki adama bak, mevzu olsun diye gölgesine kızmış, bir de onu yazmış, aklı sıra bize kendince derin dolaylarından mesel satıyor! Ara sıra böyle dertlerim olduğu da vakidir, ama bu öyle değil! Hem mevzu derin değil, hem de hiç akıcı değil, ayrıca çekici de değil! Üstelik bunca derdin ortasında çekilir gibi hiç değil!

Demem de o değil, şu: Postmodern anlayışa örnek olarak açık büfe gösterilir ya, seçme özgürlüğü gibi görünüyor ama, sonunda mideyi bozmak da var! Bununla kalsan iyi, kafayı, gözü, gönlü de bozabilirsin, her şey post, her şey yeni, üstelik senin bir şey yapman gerekmiyor, hazır, ayağına gelmiş gibi.

Tüketim toplumlarından söz ediyoruz, her şeyi hızla geçtiğimizden, açlığımızdan, doymazlığımızdan. Daha beteri olur mu, olur, hiçbir şeyi yeterince, gereğince görmeden, anlamadan, duymadan, yaşayamadan geçip gitmek, geçip gitmemiz. Tüketemeden bile yani.

O nedenle hem ‘aşırı yeni’den ürkerim hem de sözümona yeniyi bile yeterli görmeyenlerden. Bu yazı da eskinin kıymetini bilmek, bazen de rağbet etmek üzerinedir. Yeninin değerini anlamak da, eskinin kıymetini bilmekle mümkündür. Anlamların, değerlerin yitime uğramasını geciktirmek, kimi kadim zamanların, bilgilerin, yeniden de yeni olduğu gerçeğini unutmamak, tüketici insanın en başta da kendini tükettiğini bilmekle.

“Kendin bilmektir” dediği hemşehrim Yunus’un, dünya ahret hemşehrimizdir, bazı şeyler hiç eskimez, yüz çevirmeye, başını çevirmeye, hızla geçmeye gelmez. İyilik her zaman yenidir, barış kadar yeni ne olabilir, şefkat, merhamet dersen o yenide de gerekli, ama en çok da adalet, mülkün filan değil, insan olmanın temeli, eskiden beri en yeni.

Eskiyi unutmayın ki yılınız yeni olsun, kutlu olsun, gönlünüze adalet dolsun!

DÖRDÜNCÜ GÜN

Pazar...Pazartesi...Salı...Çarşamba...

Ansızın bir bir karardı evler
An geldi biri an biri gitti
Saatte dörtten ağırdı sesler
Ve öldü diri ve diri kindi
Işıksız dünya bahardı solan
Hissetti doğa pınardı susan

Ellerim kanlı duymuyor muyum?
Ağıyla özü kirleten benim
Çığlığı canlı görmüyor muyum?
Acıyla gözü titreten telim
Kırmızı kaza göçmesin şiir
Hiçliğim aza vermesin zehir

Devrim Bilgin