Hoca Nasreddin’le hemşehriliğimiz Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinden gelir. Eskiden saf, tuhaf, delidolu olarak kabul edilen Sivrihisarlılar, zamanla işbilir, cinfikirli insanlar olarak anılmaya başlanır. Karatepeli fıkraları gibi Sivrihisarlı fıkraları da vardır ve çoğu da Hoca’nın fıkralarıyla karışmıştır.

Önemsiz Günler ve Haftalar-30: Bu hafta “göle maya çalıyoruz!”

Nâzım Hikmet’in “Türk Köylüsü” şiirinde, “Topraktan öğrenip/kitapsız bilendir/Hoca Nasreddin gibi ağlayan/Bayburtlu Zihni gibi gülendir” demesine şaşmamalı. Zira Hoca da eşeğine ters binmiş olarak tasvir edilir hep. Hemşehrimizdir. Övünelim. Türkiye de gurur duyacaksa Nasreddin’le duymalı, Yunus’la. Yoksa beş para etmez kişilerle, boşu boşuna, laf olsun diye gurur duyulmaz şimdilerde olduğu gibi!

Nasreddin Hoca hepimizin hemşehrisi de, benim ayrıca Eskişehir’den de hemşehrim, sevdiğim Eskişehir toprağından, bir yanı Hoca Nasreddin bir yanı Yunus Emre! Hoca’yı en iyi kim bilir, elbette Pertev Naili Boratav, ki üniversiteden uzaklaştırılmasına karşın yurduna küsmemiş, halk edebiyatı çalışmalarını Paris’te de sürdürmüştür. Muzaffer Şerif de üniversiteden atılıp ABD’nde sosyal psikolojinin öncü kurucularından olmuştu. Daha belleklerde, Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in, dizelerini andığımız Nazım Hikmet’in yurtdışında ölümleri. Türkiye’nin has evlatları hepsi de.

Pertev Naili Hocanın Nasreddin Hoca (Kırmızı Y., 2006) kitabı, ölümünden iki yıl önce 1996’da yayımlandı. Türkiye’deyse basıldı ama yayımlanamadı, uzun hikâye. Enis Batur’un “Nasreddin Hoca’yı böyle bilmezdik cümlesi, ufkumuzda ‘biz Hoca’yı böyle istemiyoruz’un bir çevirisi olarak belirdi aslında” dediği gibi.

Olay da sorun da tam bu cümlede ve gizli değil, açıktı aslında. Hoca, suyunun suyu alınarak, nerdeyse yalnızca çocuk kitaplarında olabilecek kadar edepli fıkralarıyla, şakacı bir adamdı işte! Başında kavuğu, beyaz sakalı, göbeğiyle tonton bir hoca! Eşeğe ters binen, göle maya çalan bir adamın oysa Ece Ayhan’da da olduğu gibi, düzü tersine çevirmek değil, belki de ters olanı düzeltmek, ayakları üstüne oturtmak sayılmaz mıydı yaptıkları? Ne yapmışlar ki? Aman canım ne yapacaklar, biri şiir yazmış işte, biri de pek şakacıymış, her söylediği espri sayılmış, fıkra olmuş!

Enis Batur, kitabın girişindeki “İki Hoca Arasında” yazısında, Karagöz metinlerinde bir ayıklanma, aklanıp paklanma işleminden söz ediyor. Bu işlem Nasreddin Hoca için de öyle yapılmış ki, dilimizde kala kala 5-10’u kalmış, fazlalığı alınmış fıkra var. Oysa ‘yakası açılmadık’ bir Hoca var, sipsivri diliyle cinceviz zekasını buluşturduğu için o günlerden bugünlere gelen, 1300’lü yıllardan. Üstelik köylüsü kadar yakın toprağı Yunus Emre’yle beraber.

Halkın folklorda, türkülerde, tekerlemelerde, fıkralarda açtığı bayramlık ağzını, radyolar, yayınevleri, kurumlar kapatmaya çalışsalar da, onlar dilden dile sızmış, kuşaktan kuşağa akmış, Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Metin And gibi hocaların sabırda karınca, çalışmada arı ve inatta keçi tutumlarıyla da, su gibi çatlağını bulmuş!

Bir resmi ağızların söylediğine göre var bir de halk ağzıyla söylenenler, anlatılanlar, ki duyunca abdal ağzıyla bir uzun “aboooovvv” çekmek de kaçınılmaz olur! Halk deyince bilgesinden de söz etmeli. Akıllı uslu, yönetimin suyuna giden, halkın hoşuna giden biri değil, aksine erk’in hiç, halkın da pek hoşuna gitmeyen sözler söyleyendir bilge. Karagöz’le Hacivat’ta da öyle değil midir? İncili Çavuş fıkralarında da, Havlucu hikâyelerinde de... Hoca Nasreddin’le hemşehriliğimiz Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinden gelir. Eskiden saf, tuhaf, delidolu olarak kabul edilen Sivrihisarlılar, zamanla işbilir, cinfikirli insanlar olarak anılmaya başlanır. Karatepeli fıkraları gibi Sivrihisarlı fıkraları da vardır ve çoğu da Hoca’nın fıkralarıyla karışmıştır.

1480’de Ebu’l-Hayr-i Rumi’nin yazdığı Saltukname’de, Sarı Saltuk’un Hoca ile karşılaşması anlatılır. Hoca, irfan ve keramet sahibi bir kişilik ve öte yandan da dünya kaygılarından kopmamış, gerçekçi bir insandır, sözgelimi bedavadan ya da veresiye hayır dua etmez! Boratav Hoca, onun ‘ikiyüzlülüğü olmayan, geçimini sağlamak kaygısında, günlük çıkarlarını ihmal etmeyen, fakir halli’ biri olduğunu yazar: “Dobra dobra konuşur, sözünü sakınmaz, yapmacık utangaçlıklara kaçmaz, bir gerçeği söylemek istediği zaman sözlerini gevelemez; metafizik ve mistik görüşlere, sağlam temelden yoksun yüce, soyut düşüncelere hiç iltifat etmez...” (agy., s.61)

Karadeniz aşk türkülerinin aslındaki doğallık neyse, Karagöz metinleri sözleriyle deyimleriyle nasıl yaşamın hakkını veriyorsa, Nasreddin Hoca fıkraları da o açıklıkla üretilir, anlatılır, gülünürmüş.

Nasreddin Hoca ne örnek bir tiptir ne de halk bilgesi. Boratav Hoca’nın bu konuda söyledikleri de çok uyarıcıdır, onu nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anlatır: “Hocamızı budalalıklarından, saçmalıklarından arındırarak temize çıkarmak istemek ve onda ‘ideal ve bir ilk-tip’ aramak da boş bir emektir... Kimi araştırıcılar da Nasreddin Hoca’yı bir aydın, bir bilgin, hatta bir soylu devlet adamı görmek istiyorlar; bazıları ise onu, toplum bilincinin sözcüsü, kusursuz bir halk bilgesi olarak düşünüyorlar.” Oysa Enis Batur’un dediği gibi, Nasrettin Hoca hikâyelerinden “mantıkçının külahını önüne düşüren, feylesofun ayağının altına muz kabuğu süren, siyasa adamını ağzından çıkan söz yumağında boğan, din adamını ikiyüzlülüğünde kekeme kılan bir üslup sızar.” (agy., s.10)

O üslup varıp bir güzel anlatıya sızmıştır şimdi, Hüsnü Arkan’ın Nasreddin’ine (SİA Kitap, Eylül 2020), ki Hoca’yı, romandaki adıyla Hâce’yi, Sivrihisar’dan çok değil iki saat kadar uzağa Akşehir’e, Akşar’a taşır. Selçuklularla Moğolların cirit attığı, erkin, dolayısıyla kentlerin sürekli el değiştirdiği, hareketli, renkli, endişeli, hicivli, taşlı, aşklı, intikamlı, ezcümle 32 kısım tekmili birden, adeta gözümüzün önünde cereyan eden ve Hâce’nin etrafında dönen olayları, kurgusuyla, kişileriyle, diliyle, üslubuyla öyle bir anlatır ki Hüsnü Arkan, okurken kendinizden geçersiniz. Ve Nasreddin’in çelebi, kalender, Bektaşimeşrep kişiliğini bir kez de bu şahane anlatıyla okursunuz. Doğrusu benim de Hoca için yazmak, bu hafta göle maya çalalım demek, bu kitabı okuyunca aklıma düştü. Kim bilir Karagöz ile Hacivat’ın filmi gibi belki de bu kitaptan yola çıkılarak bir Nasreddin filmi yapılır, Pertev Naili Hoca’nın kitabıyla, Hüsnü Arkan’ın kitapları okunur, herkes dağarına 3-5 yeni, işitilmedik, yakası açılmadık Nasreddin fıkrası ekler, şu kara salgın günlerinde yüzümüz güler hiç olmazsa!

Nasreddin bir derstir elbette, çağına da çağımıza da, hem de yine Enis Batur’un demesiyle “Zaman zaman ne kadar çağdışı kaldığımızı gösteren çağdaşımız değil midir?” Hâce’nin gençlikte yazdıklarını Arkan’ın romanından bi dinleyelim hele: “Bu dünya konukluk. Ruhumuzun eşeği buraya kazıklanmaya! Lakin ol eşeği de otlatmak, suvarmak gerek. Kudretten taltif, edepte hasip gerek. Ahıra göçmeden evvel otlakta nasip gerek.../...Elhak, ben edebin eşşeğiyim... Sahibim odur. Vurun sırtıma edep sahibini, yokuş yokuş bin fersah götüreyim.”

Gülmekle ilgili söylediklerini de yazdıktan sonra daha bir şey demeyeceğim! “Gülmek ne hoştur. Gülmek âdemin kendinden kurtulup kendine sığınmasıdır. Gülmeyen âdem kendine yabandır, gülen âdem kendiyle tanış olur. Gülene oynaktır, laubalidir diye taş atarlar. Asıl laubali asık suratlı olandır. Gülmek hakkın sevincidir. Hak da yaratırken herhal gülmüştür. Hem de çok gülmüştür. Gülmenin en hoşu, âdem oğlanının kendine gülmesidir. Kendi cehaletine, kendi kalıbına, kendi iğriliklerine gülmesidir. Benim ayıttıklarım bu gülmeye bir vasıta idi. Bu vasıtayla insan insana erişir idi. Erişmekle kalmaz, insan insanın içine girer idi. İdrak denen şey nedir? Sevinçsiz idrak olur mu? Olmaz, koftur.” (Nasreddin, s.150)

Hoca Nasreddin’le bir haftanız değil, her haftanız gülüşlü olsun. Ama önce kendinize gülerek!