Önemsiz Günler ve Haftalar-31: Senlibenli haftalar uzak mı?

“Gün gelir kötü şarkılar bile dokunur insana” dizesini nereden biliyorum, nereden dilime yapıştı bu dize diye bakınıyordum ki, hatırladım, hemen kanalı değiştirdim. Bu kez de karşıma damardan bir şarkı çıktı, arabesk diyen kaldı mı artık bilmiyorum ama damardan demek arabeskin yeni tanımı olsa gerek: “Ne zaman bitecek Tanrım bu azap/Yarını olmayan günlere kaldık” diye tatlandıra tatlandıra söylüyordu şarkıcı. Gülden Karaböcek’ti. Bir tropik içki gibi ballı tatlı baharatlı sesiyle, adeta “Bitmesin bu azap” dercesine söyler bu şarkıyı. Günleri bilmiyorum ama şarkı yarına kalmış bile, baksanıza tam da salgın zamanını haber veriyor.

Senlibenli olmak iyiymiş! Teklifsizlik anlamında değil, ama görüşmek, buluşmak, çay, kahve içip sohbet etmek anlamında. Yüz yüze olmanın sıcaklığında. Senlibenli olmak deyince aklınıza neler geliyor, hangi sözcükler, kavramlar, anlar, benim şunlar: Sıcaklık, samimiyet, sevmek, sevilmek, sevişmek, saadet, sarılmak, sere serpe, saydam, sentimental, sımsıkı, seksi, ses, sinema, sır, sıradan, sine, sarman, sakarlık, sakinlik, seyahat, seyyar, selamet, selam, sohbet, sadelik, sahici, saki, sen...

S harfiyle senlibenli olalım dedim, her harfle olabilirsiniz, siz de seçin bir harf, o harfle başlayan senlibenli sözcükleri yazın bir kağıda, hemen dökülüveriyor zaten. Nedeni çok açık, özlemişiz besbelli. İnsan özlemez mi? Geçenlerde Maria Abramoviç’in bir ‘performans’ı vardı, öyle adlandırılıyor diye öyle yazdım ben de, yoksa daha samimi bir biçimde yazabilir, sarılmak derdim. O da bir ağaca sarılmıştı ve herkese de bunu öneriyordu. Yalnızlığımıza sarınacağımıza -ki ısıtmaz, örtmez, üşütür- gidip ağacımıza sarılalım, “ağacım” diyelim, “Biz öyle kıyamet mıyamet demiyoruz, tam tersine, vuslat, kavuşma anı diye bakıyoruz, bizim seninle sarılmamıza, sarmaşdolaş, canım Reha Mağden’in güzellemesiyle de karmankarış, hatta halvet olma halimize.” Ne zamandır ayrı düştüğümüzü unutmuşuz bile, göz göze gelince anladık bunu, sarılınca birbirimize hatırladık kardeşliğimizi.

Gel de şimdi Nazım Hikmet’in ‘Hasret’ şiirini hatırlama! Yoo, öyle unutmadık ki hatırlayalım deme, unuttuk, cümleten unuttuk hem de, bazen birinin hatırlatması gerekir, hayat öyledir, bazen de bir şey hatırlatır, dünyanın hatırlattığı da olur, “Ey bak ben buradayım, beni bir köşede unutup da böyle nereye?” dediği olur. Olur tabii. Çok işimiz vardır, dünyayı gözümüz görmez. Bazıları Tanrı'nın bu dünyayı bir ‘imtihan’ olarak yarattığını, insanı bekleyen asıl dünyanın öteki olduğunu söyler ve buna da bir güzel inanır, bazıları ikisine de inanmaz, kendine hiç inanmaz, “yalan dünya her şey bomboş/hancı sarhoş yolcu sarhoş” olur. Olur yani.

Biz şiiri unutmayalım da bu arada: “Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli/belini sarmayalı/ gözünün içinde durmayalı/aklının aydınlığına sorular sormayalı/dokunmayalı sıcaklığına karnının” Sahi o kadar oldu mu diye sormayın, olmuştur, bana sorarsanız kaç yüzyıl olmuştur üstelik görmeyeli, sarmayalı, durmayalı, sormayalı, dokunmayalı...

Şiirin devamını da Maria Abramoviç’in eylemi hatırlattı, “Aynı daldaydık aynı daldaydık/Aynı daldan düşüp ayrıldık.” Ayrıldığımız ağaçları, doğayı hatırlatan bir terapi onun önerisi. Ağaçların da gizli yaşamları olduğunu, insanlar gibi zeka ve duygularının bulunduğunu söylüyor. Birbirleriyle iletişim kurduklarını da son yıllarda çıkan kitaplardan okumuştuk zaten. Bir de çok iyi, sessiz dinleyiciler olduğunu belirterek, “Gidin bir ağaca sarılın, en az 15 dakika süreyle geçen yılı; 2020’yi şikâyet edin ona” diyor. Bence de geçen yılla sınırlı kalalım, zira insan bu, şikâyete başlayınca parklar ne ki, ormanlardaki ağaçlar yetmez dert dinlemeye ve erkenden yaşlanır ağaçlar da, baharda güze girerler, erken gazel dökerler, eğilip bükülürler, solup sararırlar ki, işte kıyamet o zaman kopar. Şikâyetten kıyamet doğar!

Bazen de dünyada iyi şeylerin de olduğunu hatırlar insan. İnsanlığın da bir çocukluğu olduğunu ve aslında yalnızca doğada değil, kentlerde, kaosun içinde sürdüğünü de hayretle görür. Gündelik yaşamın içinde, bir türkünün ucunda... Sarıkız Çeşmesi’ne bez, çaput bağladığımızı hatırlıyorum 50 yıl önce Eskişehir’in içinde. Hıdrellez de sürüyor, 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’ı onunla bağlıyoruz, iyi dileklerle. “Derdimi dökersem derin dereye/doldurur dereyi düz olur gider” diyoruz. “Şikayetim Yaradana” dediği gibi şarkının, tabiata söylüyoruz derdimizi, göğe ellerimizi açıyoruz, “Uçan da kuşlara malum olsun” diye çığırıyoruz, yüce dağ başında yanan ışıktan medet umuyoruz, ağaçlara, kuşlara, göğe, yere, suya söylüyoruz, yazıyoruz, konuşuyoruz. Performans olsun, terapi olsun, sanat olsun, herkes bir biçimde tabiatla dertleşmenin, hemhal olmanın, ona dönmenin, kavuşmanın sevincini yaşasın da yeniden, adı ne olursa olsun!

Kavuşma, vuslat, şeb-i arus, şeb-i yelda, hıdrellez, nevruz, yenigün, yeniyıl, hepsi de başlangıca, buluşmaya, yeniden tanışmaya, gönülden kucaklaşmaya, aşkla sarılmaya ilişkin olduktan sonra, anlamı bir olduktan sonra adı çok olsun, herkese, her dile yayılsın, ulaşsın, kutlansın, daha güzel değil mi?

Ben de haliyle tabiatı yaratıcı belleyenlerden olduğum için, şiir anlayışımın “ota boka şiir yazmak ne güzel!” olduğunu da hatırlatarak bu arada, şaman atalarımızı, analarımızı da hürmetle yadederek, bitki, insan ve hayvan kardeşlerimizle paylaştığımız yeryüzüne, gökyüzüne ve dahi boşluk denilen o ummana iman ediyorum, niyaz ediyorum. Biraz da “Gittim padişahtan ferman getirdim/herkes sevdiğine sarılsın diye” diyen türküdeki gibi düşünüyorum. İsteyen ağaca şikâyet etsin dünyayı, isteyen dereye döksün derdini, ben kardeşimle konuşuyorum her sabah, her öğle, her akşam.

Bu yıl 60 yaşında olacak karagözlü kardeşim Halil’in fotoğrafı bekliyor beni kitaplığımın önünde. Sabahları yanına gidip günaydın diyorum, onun gülümsediğini hissediyorum. Bazen okuduğum kitaplardan söz ediyorum, yeni kitabım çıktıysa onu gösteriyorum, ‘ne güzel abicim’ diyor sanki. Kızı Nazlı Irmak’la konuştuğumdan söz ediyorum, kızım Nar’dan konuşuyoruz, onun bu yıl sınava gireceğinden, taşınmamıza sevinmiş, “Bak şimdi Haydar abicim, salgında bahçeye çıkıyorsunuz hiç olmazsa” diyor. “Kedi çiftliği olmuş eviniz” derken gülüyor, yenilerini tanıtıyorum ona, Zuzu, Maya... Evin havasını anlıyor tabii seslerden, sessizlikten, ayak seslerinden, anlayışla bakıyor her zamanki gibi. Bankada çalışırken masasında çekilmiş bir resim, saçları varken ve üstelik yana doğru tararken daha. Yakışıklı kardeşim. Hafif boynunu bükmüş. Geçen sabah ceviz götürdüm ona. Baktım kaç gündür yememiş.

Birazdan bu yazıyı bitirince uyumaya giderken, resmini alıp öpeceğim, alnımda gezdireceğim, sonra da kalbimin üstüne koyup, iyi geceler dileyeceğim.

İyi geceler herkes, iyi geceler dünya, iyi geceler yeryüzü, kainat, ne olacaktık sonunda, yıldıztozu mu, oluruz nasılsa, önce bi senlibenli olalım da bir hafta!


pansuman

1. gecenin jelatinini çıkartıp attığımda sesimden bana usul ve tek heceli bir kent

kalacak yürümekten ıslattığım yolları zarflara koyup el yapımı bir kâğıda ismini

yazacağım duvarlara resimler çizerek bağırdığım bardağı kırdım etimi kestim bir

göz daha açtım hayata bir göz daha alkole ve kana bulanan uykusuz kalıp

dönerek ilerlediğim siyah yataklarda kabuklarını kopartıyorsun gece

uykusuzluklarında etimi alkolle pansuman ettiğim bundandır.

2. biraz daha alkol çekmeliyim damara biraz daha kan akmalı daha tek başına

dönerek ilerliyorsa siyah bir tren sınırdan sınıra geçmekteyken habersiz ve

uykusuz sessiz sedasız şiirler yazdığımdandır.

3. gece intihara hecedir alkol aşkın vesvesesidir.

enderemiroğlu