Önemsiz Günler ve Haftalar-35 | Bir hafta da “Türkiye, Eskişehir olsun!”

Üniversitelerde yarı-zamanlı öğretim görevlisi olarak yürüttüğüm birkaç ders var: Yaratıcı Yazarlık, Modern Türk Şiiri, Düşünce Hayatımızdan Portreler... Hepsi de her konuda sohbete açık ve uygun dersler. İlk derste olmasa da, ikinci, üçüncüde bir futbol muhabbeti mutlaka açılıyor. Ya biri o hafta galip gelen takımının tişörtünü giymiş, atkısını takmış oluyor ya da sözü oraya getiriyor. Tabii beni de unutmayıp soruyorlar. Bazen yazdıklarımı okumuş bir-iki öğrenci çıkıyor, onlar doğduğum kentten ötürü doğru tahmin ediyorlar ama çoğu bilmiyor doğal olarak. Ben de “Siz bulun” deyince, başlıyorlar saymaya “Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş”, ben “hayır” deyince “ee hocam” diyor bazıları, biri bilmiş bilmiş “ha anladım Trabzonspor” diyor, ben “o da değil” deyince sıra milli takıma geliyor bu kez. “Yarı yarıya doğru” diyorum, “ama benim milli takımım!” Sonra da söylüyorum, “Eskişehirspor”, tabii fırsat bu fırsat, “es es es ki ki ki es ki es ki es”i de patlatıyorum! Ama tısss yok sınıfta! Sonra biri “hocam ama o 1'inci ligde ve durumu da çok kötü, gelen 5 çekiyor giden 5 çekiyor!” diyor. “Olsun” diyorum, “mahalli lige de düşse gönlümüz onda!” Yaşıma, saçıma sakalıma bakıp, “yaşlı adam, futboldan anladığı da bu kadar işte, eski Türkiye’den kalmış!” deyip bağışlıyorlardır umarım. Tam derse başlayacağız, biri beni doğru yola getirmeye iman etmiş olmalı ki, “hocam” diyor, “tamam o sizin doğduğunuz şehrin takımı, anlıyorum ama büyüklerden birini tutmalısınız!” Gülüyorum, geçiyor.

Çocuktum, ufacıktım, top da oynardım, acıkırdım, uyurdum, uyanırdım... Ama bir gün şehrimi savunacağım, yaşadığım ülkeye örnek göstereceğim dünyada aklıma gelmezdi! Hem ne gerek vardı buna değil mi? ‘İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olduğumuza göre, ne farkımız olacaktı ki birbirimizden zaten? Keşke olmasaymış ama olacakmış meğer! Üstelik nerdeyse koskoca ülkenin ortasında ‘tek ü tenha bir ışık’ gibi kalıp, aydınlatmayı sürdürecekmiş. Kuvay-ı Milliye Destanı’nda dediği gibi şairin, “Dağlarda tek/tek/ateşler yanıyordu/ve yıldızlar öyle ışıltılı/öyle ferahtılar ki”. Sonra ateşi gören bir-iki şehir daha deniz feneri gibi katıldı bu aydınlığa. O eski şehrim benim, Eskişehir, o küçücük belde, çevresine de ışık saçmaya başladı, umarım o ışık yayıla yayıla tüm Anadolu’yu kaplar ve gazi, kahraman filan diye unvan da gerekmez, hem de istemez zaten, eskişiir olması yeter, işte öyle bir yer savunduğum.

Yazmıştım, yine yazayım. Yarım yüzyıldan fazla oldu. 9-10 yaşlarımdayken, babamın dolayısıyla benim de okuduğum Hayat Mecmuası’ndaki, olasılıkla Hikmet Feridun Es’in yazılarıydı, kentlere dair izlenimleri okumaya bayılıyordum. Bunlardan birinde de kanallar kenti Venedik anlatılıyordu, fotoğraflarıyla, gondollarıyla, “o sole mio”larıyla elbette. Çok etkilenmiş olmalıyım ki, Eskişehir’in merkezi olan Köprübaşı’na yalnız ya da annem babamla indiğimde, Porsuk suyunun kıyısından yürürken, bu şehrin de Venedik olacağı hayallerini kurardım. Dış mihrakların kışkırttığı batıcı bir hain ve işbirlikçi olarak elbette! Gerçi o zamanlar böyle şeyler yoktu ama Batıcı olacak çocuk şehrinden belli olurmuş! Ee oldu ve de oldum! Dediğim gibi, düşler kurdum. Ve bunların yavaş yavaş gerçek olduğunu gördüm, Eskişehir Venedik olmuyordu ama şenlikli küçük yaşanabilir bir kent oluyordu ki, ‘akıp giden Porsuk’tan başka hiçbir şeyi olmayan’ bir kent için, daha ne olsundu?

Elbette aslolan bir başka kent olmak, onun kimliğine bürünmek değildi, ne Eskişehir Venedik olsun ne de Yozgat Eskişehir olsun, hepsi yerinde güzel ve özel. Ama birlikte yaşama niyeti olsun o şehrin sakinlerinde, bir kesim diğerini yakmak, boğmak, bir gece ansızın gelmek, sabaha kadar işini bitirmek niyetinde olmasın, kimi kendisine ‘başimam’ unvanı verilmiş yobazlar gibi, yaşadığı cumhuriyetin en temel niteliği olan laikliğin kaldırılmasını istemesin, devletler gibi kentler de laik olsun ve bu tartışılmasın bile. Nasıl yaşam hakkı kutsalsa ve tartışılamazsa, laiklik de öyledir, yaşam güvencesidir ve bana kalırsa kaldırılmasını istemek de suçtur, suç! Başimam mısın nesin, kendine gel, sen hangi hak, görev ve sorumlulukla bunu isteyebiliyorsun?

Diyeceğim, özgürce, barış içinde, insanların farklılıklarıyla zengin ve bir arada yaşama arzusunu kuvvetle duyumsayacakları kentler olsun ülkemizde. Tabii en çok da tıpkı Eskişehir gibi, genç kızların, kadınların gece gündüz rahatça çıkabilecekleri, gezebilecekleri, geç vakit evlerine dönebilecekleri, eğlenebilecekleri, içki içebilecekleri, Porsuk kıyısında sevgilileriyle öpüşebilecekleri bir yaşam kenti olsun. Akşam hava kararınca üzerine gericilik ve faşizm toprağının serpildiği kentler değil! Bizim Eskişehir görgümüz, sevgimiz bundandır, böyledir, o nedenle elbette kentlerin özellikleriyle güzel, ama çağdaş, ışıklı, demokrasi kültürünü özümsemiş yöneticiler, belediyeler tarafından yönetildiği cıvıl cıvıl, sürgit Hıdrellez coşkusuyla yaşayan kentler istediğimiz için, Türkiye, Eskişehir olsun diyoruz.

Salgın yılları başladı. Yılları diyorum, anlaşılan o ki yeni virüsler kapıda, en iyimser yorumlar bile etkisinin yıllar süreceği yönünde. Diyeceğim dünya bir cehenneme döndü bile, büyük kapanma diyelim, tutsaklık diyelim, olabildiğince tez ve az zararla geçip gitmesini dileyelim. Ve hayatı da birbirimize zindan etmeyelim! Tamam doğmuş olmanın sakıncaları da var, Cioran’ın kitabı var, gelmiş bulunmanın çaresizliği var, Edip Cansever’in şiiri var ama bir de dünyada olmanın neşesi var, yaşayanlar, görenler var, ben de onların yabancısı değilim!

Ezcümle neşeli şehirlerimiz olsun, büyümeyelim, küçülelim, kendimize, başkalarına, yeryüzünü paylaştığımız canlılara, dostlarımıza yeterli ekonomiler kurulmasına çabalayalım, katkıda bulunalım, daha az tüketelim ama neşeyi üretelim! Neşe üretimi, ekmek gibi, su gibi, elma gibi, üzüm gibi, zeytin gibi vazgeçilmezimiz olsun, ondan vazgeçmek hayattan da vazgeçmek olsun!

Tozlu, çamurlu bir şehirden pırıl pırıl, açık, mavi bir neşe çıkaran, durgun akan, bazen hiç akmayan Porsuk’tan iyimser bir akarsu çıkaran bir şehirden söz ediyorum. Küçük, melez, sakin, güleryüzlü, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şehir burası, Eskişehir. Ve bu mucize, kentsel dönüşüm deyip şehirleri betonlara boğanların değil, bir zihniyet dönüşümü gerçekleştiren, Köy Enstitüleri düşüncesinin, ışığının yayılması gibi tıpkı, Anadolu Üniversitesi’yle öğrenciyi ve kenti buluşturan, her zaman rektörümüz, başkanımız Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in rektörlüğü ve belediye başkanlığının eseridir. O başlattı ve şimdi de şehrimizin büyük belediye reisidir. İki ilçemizin Odunpazarı ve Tepebaşı belediye başkanlarının da bu neşe üretimine candan katılıp, gönülden destek olmasıyla da, Eskişehir mucizesi gerçekleşmiştir.

Odunpazarı doğduğum semtin adıdır, şehrin eski yerleşimidir, evleri, çarşıları, tarihi yapılarıyla kadimdir, başkanımız Kazım Kurt’un ilgisi ve çabalarıyla da özgün kimliğini korumaktadır. Tepebaşı ise uzun yıllardır vazgeçilmez belediye başkanımız Ahmet Ataç’ın gözbebeği olarak üniversitelilerin, gençliğin özgürce yaşadığı, nefes aldığı, hayatın tadını çıkardığı, nerdeyse tüm festivallerin yapıldığı ilçemizdir. Ataç CHP’nin yanı sıra, karşıt ittifakta yer alan partilerden aldığı oylarla da, yalnızca oylarını değil, hemşerilik bilincini de yükseltmektedir.

Tabiat laiktir, hayat laiktir, sanat laiktir ve laiklik nefes almaktır, özgürce yaşamaktır.

Türkiye bir hafta Eskişehir olsun, laikliği yaşasın, hep neşeli ve laik kalsın!