52 hafta geride kaldı, demek ki bir yılımız daha geçti dünyada, geçti gitti. Hiçbir şeyi durduramayız. Özdemir Asaf’ın dediği gibi, yalnızlığı paylaşamayız, sonbaharı süpüremeyiz...

Önemsiz Günler ve Haftalar-36 | Yedek Hafta

Gün akşamlıdır, yıl 52 haftadır. Haftanın haftaya üstünlüğü yoksa da, günü günden, bugünü dünden güzel kılmak da yaşama sanatıdır. Dünyaya atılmış da olsak, gelmiş de bulunsak, yaşamak hey, ne güzel şeydir! Şiir dünyaya katlanma, sisteme direnme biçimiyse, geceyi, gündüzü, yazı, kışı güzelleştirmek için de şarkılar vardır. İster yenidoğan olalım ister tek bildiğimiz şiir dizesi “yaş otuzbeş yolun yarısı eder” olsun, ister ‘işte geldik gidiyoruz şenolasın Halep şehri’ diyelim, onda da şenlik, dirlik bırakmadılar ya, uğraşımız yaşamak olacaktır.

52 hafta geride kaldı, demek ki bir yılımız daha geçti dünyada, geçti gitti. Oktay Rifat’ın “Bir çekitaşı gibi üstümde zaman” dizesini hiç unutmadık, unutulur gibi değildir çünkü. Hep hatırımızdadır. “Gün olur deli gibi” hissederiz geçip gitmekte olanı, “gün olur başıma kadar mavi” bir iyimserlikle kabulleniriz her şeyin geçiciliğini. Ama hiçbir şeyi durduramayız. Özdemir Asaf’ın dediği gibi, yalnızlığı paylaşamayız, sonbaharı süpüremeyiz...

Zamandan bunca söz edince yenilerde okuduğum bir kitaptan söz etmemek olmaz. Hem etkisi üzerimde hâlâ hem de dumanı üstünde. Lizbon’a Gece Treni’yle çok sevdiğimiz Pascal Mercier’nin yeni romanı Sözlerin Ağırlığı(sia). İlk kitabı da çeviren sevgili İlknur Özdemir’in ‘sözlerin ağırlığı’na hakkını veren, zamanın Türkçesini de derinden duyuran çevirisiyle büyüleyici bir roman. ‘Zamanın gösterdiği saatin buyruğundan kurtulmayı başaran’ cümlelerle, zaman değil roman su gibi akıyor ve: “İnsanın kendinde olmasının zamanı alt etmesi anlamına geldiğini, bununla kıyaslanınca bizim ölçtüğümüz ve kaydettiğimiz zamanın tamamıyla bir yanılsama olduğunu söyleyen Hint felsefesi”nden söz ediyor. Buna sevinelim.

Sevindim ve size 52 haftanın, daha doğrusu bu önemsiz haftalara katlanmanın ve bu yazıları okumanın ödülü olarak diyeyim, bir yedek hafta getirdim. Umarım Tanrı da arasıra göz atıyordur yazdıklarıma da, ‘Şu Haydar kulum da iyi-kötü 52 haftayı yazdı, benden de ona yedek bir yıl!’ der. Der mi der! Ne demişler, hikmetinden sual olunmaz! Tabii bir ben değil, cümle alem fazladan, yani yedek bir yıl alsa fena mı olur? Buradan zatıalilerine duyurmuş olalım.

53. Hafta, yedek hafta. Fazladan, sizin özgürlüğünüz, arzularınız, isteklerinizle dopdolu 7 gün! Yedek haftayı düşünmüş, onu size armağan etmiş olmanın coşkusuyla doldum taştım ama, ben olsam ne yapardım, bilemedim! Kabul, büyük bir ödül değil, ama ‘çam sakızı çoban armağanı’ dedikleri türden, gönülden bir ödül. Üstelik dilediğiniz zaman kullanabilirsiniz. Siz düşünedurun bu hiç yoktan gelen ödülle ne yapacağınızı, ben de kendi yedek haftamı nasıl yaşayacağımı yazayım.

Koşullara bağlı olarak kullanmak isterim bu fazladan haftayı. Salgın bitmiş ve sınırlar açılmış olsa, ilk değil ama ikinci yurtdışı yolculuğumu yine aynı gençlik arkadaşlarımla yinelemek isterdim. Onlar hem lise 1'den başlayarak bugüne dek siyasal, yazınsal serüvenimizde en yakın olduğumuz gençlik arkadaşlarım, yoldaşlarım. Hayli yazdım onlara dair, Erkut Tanrıseven ve Ömer Ateş Kızıltuğ. Bu yıl, yani 2021 arkadaşlığımızın tam 50. yılı. İyi bir vesile, hatta şahane! Nice gençlik, siyaset ve şiir arkadaşlarımızı erkenden uğurladığımız düşünülürse, “eski dostlar” ya da “sıkı dostlar” olarak anıları tazelemek için 50 yıl sağlam bir gerekçe!

Erkut, Ankara Aydınlıkevler çocuğu, çok sevdiğim Kadriye teyze ve dervişmeşrep Osman amcanın ortanca oğlu, abisi Turgut, küçüğü Aykut. Üçünü de çok severim. Deniz’in babası. ODTÜ’de kimya okudu, Londra’da sinema, şimdi Ankara’da turizm işiyle uğraşıyor. Sait Faik hayranı, hep senaryolar düşledi, sinema yazıları yazdı, film çekecek Birgün Mutlaka! Ömer Ateş Kızıltuğ, sevgilerini unutamadığım doğrucu Faika Teyze ile iyi yürekli Orhan amcanın üç çocuğundan en küçüğü, ablaları Gülten ve İnci. Onlar da yılları paylaştığımız çok sevgili dostlarım. Hepsini de çok özlediğimi yazı anlatır belki ama ben bir kez daha söylemek isterim: “Özledim hem de çok özledim!”

Ömer Ateş, Alkım’ın babası. Gazi’de okudu, öğretmen emeklisi, Mordoğan’da yaşıyor. Şair, eleştirmen, dergici. Çok sevdiğim şiirleri var, aramızda şiire ilk o başladı, sonra roman eleştirisine yöneldi, arkadaşlarıyla “Yazılı Günler” dergisini çıkardı. Sonra da seyreldi, yazan ama yayımlamayanlardan. Zor beğenenlerdendir zaten, kendi yazdıkları da içinde olmak üzere. Aydınlıkevler Lisesi'ni 1973’de bitirdik, 1974’de Erkut’la Avrupa turuna çıktık, tren, otobüs, vapur, otostop, uçak, gençlik, yaz, çalışma kampları, hosteller, böğürtlenler, çilekler, kızlar, İsviçre, Almanya, Fransa, İngiltere, eylülün ortalarına dek 1,5 ay gezdik, Ömer gelememişti.

Ömer de gelsin gidelim! Nereye mi? Nereye olacak, gençliğimize, 15 yaşımıza, 18 yaşımıza, hangisini bulursak, hangisi bizi bekliyor, yolumuzu gözlüyorsa ona gidelim! Ankara’da buluşuruz yine Aydınlıkevler’de, artık Aykut’un oturduğu evde, birkaç gün dolaşırız, Büyük Pasaj, Arjantin Bira, Piknik, sonra trenle İstanbul’a geliriz, yasak ama mataralara doldurup votka içeriz, İstanbul’da Bostancı’da ineriz, iskeleye gidip nerdeyse 50 yıl öncesini, sevdiğimiz kızları bekleriz, çay içeriz. Oradan dolmuşa atlar Taksim’e geliriz, doooooğru Çiçek Pasajı’na gideriz. Biliyorum ne Madam Anahit kaldı hepimizin sevgilisi ne de hemen Balıkpazarı kapısından girince soldaki ilk meyhane, Cavit, ama olsun, hala onları hatırlayanların, ananların olması da güzel, eski gençlerin gelmesi de!

Burgaz’a gider Çakır’la görüşür, onun için de birkaç kadeh parlatır, en sevdiğimiz öykülerini birbirimize okur, Ömer Ateş’i de alır, trene atlar, ver elini Bulgaristan, Sofya, oradan Viyana, oradan Almanya, Fransa, İngiltere... Erkut’la gittiğimizde Yugoslavya vardı, tren Belgrad’da durmuş, biz de içki almıştık sanırım. Şimdi de duruyor şehirler ama Yugoslavya yok, sevdiğimiz Tito yok! Bunları uzun uzun konuşurduk, sosyalizm çöktü sananlara, tek ülkede sosyalizmin bu kadar direnmesinin bile başarı olduğunu, ama esas olanın sürekli devrim olduğunu, dünya devrimi olduğunu anlatır gibi konuşurduk aramızda. Ömer Ateş en ateşlimiz olurdu, hepimizin bildiği şeyleri bir de o bize anlatırdı, arkadaşlığa çifte su vermiş olurduk, çifte su verilince daha kavi olur, yoldaş olurduk! Hatta Turgut Uyar’ın o hakikatli yanıtını bir kez de sosyalizm için tekrarlardık, “Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda” demişti ya!

Geçen 50 yılı, kendimizi, hayatımızı, evlerimizi, çocuklarımızı, ailelerimizi, kayıplarımızı, kırgınlıklarımızı, aşklarımızı, ayrılıklarımızı, şiirlerimizi, huylarımızı, huysuzluklarımızı, evvelgiden ahbaplarımızı, eski zaman kızlarını, sevdalarını, eh hastalıklarımızı ve en çok da gelecek 50 yılda yapacaklarımızı konuşurduk! Ne de olsa Nazım Hikmet’in yoldaşlarıydık ve “alnımızda yanar gençliğin tacı/nerde gün batarsa orda yatarız!” diye şarkılar söylediğimiz de olmuştur, 50 yıl önce, Eskişehir’de gece karların üzerine uzanıp “1 Mayıs”, “Enternasyonal” söylediğimiz de! “Benim hâlâ umudum var” derdik bir de. Bir de Gülten Akın okurduk, “Senin sular gibi umudun var” dediğini ve bunu derken gülümsemiş olurdu bize bakıp 16 yaşımızdan, onu ilk gördüğümüzde!

İngiltere’de publara gider, Fransa’da şarap, Almanya’da bira içer, ama en çok rakıyı özlerdik, ‘can’ derdik birbirimize yine. Yaşadığımız kentlerle, İstanbul’la, Ankara’yla, İzmir’le, Eskişehir’le övünür, “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” uğraşacağımıza söz verirdik birbirimize. İlk tanıdığımız, dergilerinde yazdığımız, ikisini de çok sevdiğimiz şairlerimiz Afşar Timuçin ve Eray Canberk’e giderdik dönüşte, onlarla Bostancı Hatay’da buluşur, Cemal Süreya’yı da anarak, “ne çabuk akşam oldu!” şaşkınlığıyla ince rakı içerdik. Sonra geçer giderdik. Sonra geçerdik. Sonra.