Yayınına 2010’da başlayan Sıcak Nal dergisi öykü günlerini hayata geçirmek üzere bir dizi etkinliği

Yayınına 2010’da başlayan Sıcak Nal dergisi öykü günlerini hayata geçirmek üzere bir dizi etkinliği tertipleme kararı alır almaz “Onlar Toplantısı” adı altında ilk buluşmayı gerçekleştirdi. 10 Aralık 2011’de, Kadıköy’de, Gümüş Kafe’de, “I. Sıcak Nal Öykü Günleri”ne katılan Melike Koçak ve Selçuk Orhan, “Doğru Bildiğimiz Yanlışlar” başlığıyla konuşmalarını gerçekleştirdiler. Öğleden sonra ise ben ve Cem Akaş işin içine görselliği katarak, “Fotoğraftaki Hikâye”yi konuştuk. Cem Akaş’ın seçtiği fotoğraflar üzerine yazdığı öykülerini dinledikten sonra kendi sunumumu gerçekleştirdim. Bugünkü yazımda sunumumdan kısa bir özeti siz okurlarla paylaşmak istiyorum. Önce görsel dil ile yazılı dil olanaklarının farklılıklarına değindim. İşte, “Öykü ve Fotoğraf” başlıklı söyleşiden kısa bir özet;

Anlamın gösterilenle aktarımı yazılı ve sözlü dilde yoktur. Görüntü dili dediğimiz zaman görselin bir sistem içerisinde anlamlı bir yapı oluşturmasını ve oluşturulan yapının da okunurluğundan bahsediyorum. Resim sanatının anlatım olanaklarından yararlanan fotoğraf kendi başına ve farklı bir anlatım aracı olmayı başarırken sinema ve televizyonun da anlatım olanağının temelini oluşturur. Fotoğrafın keşfinden önce görsel hafızamız belleğimizdi. Günümüzde fotoğraf görsel hafızamızın yerini almıştır.

Fotoğraf makinesinin yaptığı görüntüyü dondurma işlemini bildiğimiz gibi gözümüz yapamaz. İnsanoğlu gözünün yapamadığını bellek yetisiyle becerebiliyor. Geçmiş yıllarla ilgili anılarımız belleğimizde bir fotoğraf karesi/kareleri biçiminde saklı. Psikanaliz sayesinde, bilinçaltının, davranışları etkileyen sayısız görüntüyle dolu olduğunu öğrendik. Belleğimiz şimdi ile ilişkilendiği zaman canlanıyor. Fotoğraflar, ancak şimdi ile geçmiş arasında eşzamansal bir ilişki kurduğunda anlam kazanıyor. Anımsanan şeyin hiçlikten kurtulması bu günle ilişkilendirildiği içindir. Unutulan şeyse terk edilmiş demektir.

Bellek kendi başına içinde anlam barındırıyor. Fotoğraflar da ancak şimdi ile geçmiş arasında eşzamansal bir ilişki kurduğunda anlam kazanıyor. Anlam işlevlerin anlaşılması sonucu ortaya çıkıyor ve ancak bir öyküsü olan nesne, anlamayı sağlayabiliyor.

Bu girişten sonra Susan Shwarzenberg’in “”Bellek ve Algı” çalışmasını anlattım. Sonra da fotoğrafın

birçok yazar ve şairin anlatı dillerine girdiğinden bahsettim -elbette bazıları diye ekleyerek-

Jules Verne’den başlayalım. “Aya Seyahat” romanında kendisiyle aynı dönemde yaşamış Nadar’ı unutmaz. Nadar birçok yazar, sanatçı, bilim adamının fotoğrafını çekmiştir. Bunlardan biri de Jules Verne’dir. Aya Seyahat romanında Gun-Club (Top Kulübü) üyeleri savaşların azaldığını, barışın hâkim olduğu bir dönemde işsizlik sorunuyla baş başa kalır. Kulüp başkanı Barbicane bu sorunu çözmek için bir toplantı düzenler. Ayın yüzeyi ile ilgili fotoğraflar çekildiğini söyler ve topografisi hakkında bilgiler verir. Ve şu ana kadar onunla herhangi bir şekilde temas kurulmadığından bahseder. Önerisi aya sn.’de 11 bin metre süratle bir mermi göndermektir. Bu teklifi yaptığı sırada akıllarda olan fikir aya insansız bir mermi göndermektir. Ama Fransa’dan gelen bir teklif herkesin kafasını karıştırır. “Yuvarlak obüs yerine konik silindir şeklinde mermi koyunuz. İçinde olarak ben de gideceğim.” Bu telgrafı gönderen kişi yazarın hayalinde Nadar’dan başkası değildir. Michel Ardan, Gun-Clup başkanı Barbicane’in rakibi Nicholl’u ikna eder ve üçü birlikte aya fırlatılır. Yanlarında fotoğraf makinesi yoktur. Oysa “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”da Julne Verne gemiye fotoğraf makinesini koymayı unutmaz. Denizaltında rehin tutulan profesör, Kaptan Nemo’nun “Notilüs” adlı denizaltısında okyanusun 16 bin metre derininde fotoğraf çekilmesine tanık olur. Julne Verne yaşadığı dönemi çok ötesini görebilmeyi beceren bir yazardı.

Murathan Mungan “Paranın Cinleri” kitabında yer alan “Gizli Ben” başlıklı yazısında babasına ait iki fotoğraftan yola çıkarak çocukluk yıllarının iç dünyasını açıyor. Mungan’ın kitabı görüntülerin taşıdığı gizli anlamlara dair eşsiz bir örnek. Şöyle diyor öyküsünün başında Murathan Mungan; “Yaşam öyküsel bir şey yazmaya kalktığımızda, fotoğrafları yardıma çağırırız. Albümümüzde olanlarla, belleğimizde kalan fotoğrafları. Elbette her zaman için ikincisi çok daha zengindir ilkinden. Hayatımızın yazıya almak istediğimiz bölümleri, ya da hayatımızdan yazıya sızanlar her seferinde bu fotoğrafları yardıma çağırırlar. Albümlerimizdeki o fotoğraflar, geçmişi diriltmekte kullanılan birer büyü nesnesi gibi zamanı yeniden yaratmak için elverişli araçlardır. Bir tomar fotoğraf bize bütün bir maziyi tazeler.”

Nazım Hikmet’in Aralık 1994’de Adam Yayınları tarafından basılmış Masallar “masallar, hikâyeler”3 isimli kitapta yayınlanan “Bir Fotoğrafçı Vitrini.” Bu öyküsünü izleyicilerle okuyarak paylaştım.

Mine Söğüt 2000 yılında Öküz dergisinde yayınlanan “Sıcağı Seven Deli” öyküsünü Barış Şimşek’in belediye otobüsünün ekzosunda ısınan bir evsiz sokak yaşayanını çektiği fotoğraftan esinlenerek yazdı.

Müge İplikçi 1998 yılında İletişim Yayınlarından çıkmış “Perende” öykü kitabında yazdığı “Yalnızlığı Sevmeyen Günce” yi sayabiliriz. “Bellek her şeyi depoluyor,” diyor Müge İplikçi ve ekliyor; “Yaşamın çeşitli anlarının fotoğraflarını çekiyorum. Dantelli bir masa örtüsünün fotoğrafını çekerken danteldeki detayları fark etmeyebiliriz ama o fotoğrafı elimize aldığımızda vizörden bakarken görmediğimiz detayları görebiliriz.”

Ya şairler, hemen aklıma gelen iki örnek biliyorum. Edip Cansever’in, “Fotoğraf’a Çıkmak” şiiri ve Melih Cevdet Anday’ın, “Fotoğraf” şiiri. Adam Yayınları 2000 yılında toplu şiirler1.de yayınlanmış; İşte “Fotoğraf” şiiri; Dört kişi parkta çektirmişiz, / Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi… / Anlaşılan sonbahar / Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli / Yapraksız arkamızdaki ağaçlar… / Babası daha ölmemiş Oktay’ın, / Ben bıyıksızım, / Orhan, Süleyman Efendi’yi tanımamış. / Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; / Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? / Oysa hayatta hepimiz.