Bu sıcaklarda uyumak bir dert. Bütün pencereler açık, uzaktan gelen denizin sesi de ferahlatmıyor. Dolar almış başını gitmiş, muhalefet darmadağın, iktidar ne yaptığını bilmiyor. Ama bütün bunlara rağmen üzerimde tuhaf bir umursamazlık var. Umursamazlık değil de, gerçekte ne olup bittiğini anlamak için zamana ihtiyaç olduğuna dair bir inanç… Her şeyin gittikçe daha çıplak ve görünür hale geleceği o güne kadar…

Televizyonu açtığımda, bir talk show çıkıyor kanallardan birisinde. Bir bar ortamı ve orta yaşlarında bir kadın, kendi ölüm deneyimini anlatıyor kahkahalar eşliğinde. ABD’deki talk show’ların belli başlı konularından ölüm. İnsanlar barda oturmuş, içkilerini yudumlarken ölümle ilgili şakalara gülümseyerek günün yorgunluğunu atıyorlar. Roma döneminde gladyatörlerin birbirlerini öldürmesini sevinçle izleyen kalabalığı çağrıştırıyor bu halleri. Ölümü umursamadıkları için değil, bilakis sürekli ölümü düşündükleri için belki de böylesine coşkulular.

Can Yayınları’ndan çıkan Costica Bradatan’ın “Fikirler İçin Ölmek” kitabında Heidegger üzerinden Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” eserinin okunduğu bir bölüm var. Mahkeme üyesi İvan İlyiç’in ölümü, sevilen ve saygı duyulan biri olsa dahi, pek bir üzüntüye yol açmaz. Romanın daha ilk sayfalarında, bu ölüm haberinden sonra ilk düşünülen şeyin tayin ve terfiler olduğu gösterilir. Başka hiç mi bir anlamı yoktur İvan İlyiç’in ölümünün? Tolstoy, İvan İlyiç’in de en yakın arkadaşının ölümüne verdiği tepkinin benzer olduğunu gösterir, yani kendisinin yaptığı ya da yapacağı gibi davranıyordur arkadaşları.

Ölüm, devredilemeyen bir deneyimdir, bu yüzden Heidegger’e göre bütünüyle bireyseldir ve insanı sonsuz bir yalnızlıkla karşı karşıya getirir. Ölümden korkuluyor olması, bu sonsuz yalnızlıkla ilgilidir daha çok. Ama varoluşçuların sıklıkla dile getirdiği gibi, bireyselleşmenin yolu da ölümle ilişkiden geçer, içinde bulunduğumuz duruma varolmadığımız noktadan bakmayı öğrenmek son derece önemlidir. İvan İlyiç, bunu yapmamıştır, her zaman kendisi dışındakilerin başına gelecek rastlantısal bir deneyim olarak düşünmüştür ölümü. İvan İlyiç’i ölüme yabancılaştıran şey, Heidegger’e göre birey olamamasıyla ilgilidir, varlığını “onlar” diye tanımlanan “ötekiler”e adamış, “onlar”dan biri olduğu sürece ölümün kendisine uğramayacağına inanmıştır. Peki kimdir bu ötekiler? Hem herhangi biri, hem de belirli bir kişi değildir, taklit edilebilir ve yerleri kolayca doldurabilecek olanlardır. Yerlerinin kolayca doldurulabiliyor olması, onları önemsiz ya da güçsüz yapmaz, tam aksine sonsuza kadar var olacakları anlamına gelir. Normları, kuralları, zevk standartlarını onlar belirler. Toplum içinde yaşamak için “onlar”ın söylediği şekilde yaşamanız gerekir ve bu şekilde size ait olan hayat, “onlar”ın olur.

İvan İlyiç, “onlar”dan biri olmak için, gençken kendisine tiksinç gelen şeyleri yapar. Fark eder ki, o çok itibarlı kimseler, hiç de vicdan azabı duymamaktadır böyle şeyler yaparken, demek ki hayatın bir kuralıdır böyle yaşamak. Politikacıların, bürokratların, iş insanlarının dün söylediklerini bugün inkâr etmekten, yalakalık ve ihanetten rahatsızlık duymamaları böyle bir şeydir. Toplumun gözünde itibarlarını kolay kolay kaybetmezler, “onlar”dan oldukları sürece. Bireyleşmenin önemsenmediği toplumlarda “onlar” güçlüdür her zaman.

Talk show’da ölümle ilgili kaba espriler yapılırken, bardakiler kahkahalara gömülüyorlar. Umursamıyor görünüyorlar hiçbir şeyi, çünkü o sırada ölüme kahkaha atanların arasındalar.

İvan İlyiç, “Ya bütün hayatım, yaşadığım bilinçli hayat gerçekten gerektiği gibi değil idiyse?” diye sorar romanın bir yerinde. Ölümle karşılaşmadan bu hesaplaşmayı vaktinde yapabilseydi, hayatını acaba nasıl yaşardı?