Zamanın türlü biçimlerde akma biçimi var. Datça’nın saatini seviyorum. Kendine özgü, mırıldanarak, ahenkle akıyor. Anlayacağınız, Datça benim için bir tatil beldesinden daha fazlası

“Onlar yıksınlar, ben yine yaparım!”

1. Datça’ya çocukluğumdan beri gidiyorum. Neredeyse yaşam boyu tatillerden kaçan, olanak bulamayan biri için, uzun süre bir yerde kalmak hayli güç. Datça benim için bir tatil beldesi değil elbet. Orada küçük bir baba evinin varlığıyla edinilmiş kültür, dostluklar var. Üç senedir “My Marina Select” adlı bir aile otelinde kalıyorum. Sanki yeni evimiz burası…

Bu günceye otelimizde başladım diyeceğim. Ama yanlış. Evimiz orası. Küçük balkonumuzdan denize bakıyorum uzun süre. İnsanların tatlı telaşlarını, gün dönerken değişen çehrelerini, sıradan sorunlarla boğuşmalarını izliyorum. Zamanın türlü biçimlerde akma biçimi var. Datça’nın saatini seviyorum. Kendine özgü, mırıldanarak, ahenkle akıyor. Neredeyse iki günde bir gittiğim Palamutbükü’nde bir de kütüphane yapıyoruz.

Tenimizde kekik kokusu, badem sağlığı sindi.
Sirenlerin puslu sesi sarhoş edince beni
Artık sorgusuz teslim olurum teknene
Yıldızları indirmek için çırpınırsın güvertene
Ellerinde dalgalar akköpük güzelliğinle
Görkemli bir fırtınadan tılsımlı ezgi
Bir cümle yalınayak yürünen gecede
Gülümsemen kederli soluğun hançer
Yudumlamak için bekliyorum kıyıda seni

2. Datça’yı ülkeye en ayrıntılı biçimde anlatan Can Yücel’dir. Dutdibi mevkiinde birasını yudumlayıp, kendini denize bıraktığı günleri anımsarım Can Baba’nın. Vedasının ardından bir süre “Can Şenliği” adlı anmalar, kutlamalar yapıldı. Sonra vazgeçildi. Üzülmüştüm. Memlekette her iş yarım, yazık.

Evimiz/otelimiz bugün Su ve Güler Yücel’i ağırlıyor. Uzunca bir söyleşiye daldık. Tuhaf bir duygudur bu. Siz bir şairi uzaktan tanır, seversiniz. Ailesi içerden… Karşılıklı hayret eder insan. Onlar, evin bir sakinine duyulan hayranlığı, o ulaşılmazlık duygusunu kavramaya çabalar, siz, o büyük insanın size benzer bir mahlûk olmasını bir türlü kavrayamazsınız.

Konu konuyu açtı; bir ara Can Baba’nın Datça’daki mezarına saldırmışlardı, oraya geldi. Geçende mezara saldıran da ölmüş, Güler Hanım mezarlığın yanından geçerken gözlemiş, artık mezara saldıran da toprak altında. Güler Yücel: “Can öte yanda sorar hesabını” dedi. Konu o günlerden açılınca, mezara yapılan saldırıdan sonra pek kimseler ses etmemiş. Heykeltıraş Mehmet Aksoy gelip yeniden yapmış bir anıt gibi Can Yücel’in mezarını.

Güler Yücel: “Uğraştın çokça, yine yıkarlarsa emeğin boşa gider” diye kaygısını dillendirince, barışın heykelini diken koca Mehmet Aksoy: “Onlar yıksınlar, ben yine yaparım” deyivermiş.

Böyledir aydınlıkta inat eden sanatçı!

3. Can Yücel’le Edip Cansever iyi ahbap. Can Baba sabahı sabah ediyor her gün, batırmadan güneşi uyku tutmuyor. Edip Cansever uykuda salınırken öylece, Bebek’teki evde, Can Baba üzerine titizlendiği bir şiirini ele geçiriyor ahbabının. Alıyor kalemi eline, girişiyor şiire, kırmızılarla çiziyor; “Bu fazla bu fazla” diye işaret ediyor. Uyanınca Cansever kıyamet kopuyor. İki ahbap yıllarca susuyor öylece, ne selam, ne sabah!

O gün Güler Yücel anlattı. Yıllar sonra ilk karşılaşmalarında, iki şairi barıştıran kadın.

Yazarlar, sanatçılar tuhaf insanlar. Ama şairler bir başka. Bilmediğimiz bir dili konuşurlar da anlamamızı isterler, üstelik iyice kulak kabartınca, sezmeye başlarız. Garip bir ahenk içinde süzülür insan. O bildik sözcükler, bir anda başkalaşır, hayret eder, telaşlanır, haz duyarız.

Bu insanlarla yaşamanın külfeti de büyüktür, lezzeti de!

Can Baba der ki;

Bu Datça’da
Bu uzak zürafasında Anadolu’nun
Filizkıran fırtınası esiyor
Eşzamanlı İstanbul’da, Gaziosmanpaşa’da
Dal gibi Aleviler kırılıyor
İşte bu vatanla Milletin
Bölünmez Bütünlüğüdür

onlar-yiksinlar-ben-yine-yaparim-175952-1.4. Nazi belgeselleri izledim çokça. Ki sinema sevmem, televizyona katlanamam. İçinde bulunduğumuz düzene o kadar çok benzer yanı var ki dönem Almanya’sının, merakım buradan geliyor demek. Çok acayip günler yaşıyoruz. Tüm değerlerin ayakaltına alındığı, insanın haysiyetinin paramparça edildiği günler. İşin acı yanı; insanların evi barkı yıkılırken, toplama kamplarında her türlü zulmü yaşarken ve nihai çözüm diye gaz odalarında öldürülürken, büyük kalabalıkların bencil bir mutluluk içinde kafasını kuma gömmüş olması…

Bir tuhaf adam Wılhelm Reıch. Freud’un tilmizi olarak tanıyoruz önce, sonrasında yollar ayrılıyor. İnsanlığın o büyük açmazını çözmek için, ruhla beden arasında o garip ilişkiyi açığa çıkarmak için yaşamını bilime adıyor. “Faşizmin Kitle Kültürü” önemli bir kitabı… Freud “Psikanaliz için en önemli beyin” diye söz ediyor ondan. Sonu tutuklanmalara varacak karmaşık bir yaşamın oyuncusu. Elimde “Dinle Küçük Adam” kitabını tutuyorum. İsyan mı, öfke mi, kin kusma mı, sitem mi yoksa hepsi birden mi bu kitap? Faşizmi günlük yaşamda rastladığımız, çıkarcı küçük adamların davet ettiğini ve bu kolaycılığa bilerek esir düştüklerini söylüyor.

Şöyle sesleniyor Reıch o küçük adamlara:

“Öyle hemen sinirlenme, küçük adam! İki çeşit gürültü vardır; birisi, yüksek tepelerdeki fırtına gürültüsü, öteki senin karnının guruldamasından çıkan gürültü. Sen yelleniyorsun ve bu sana çiçek kokusu gibi geliyor.”

O küçük adamlar/kadınlar bu kokuyu fark etmiyor. Bu olağan, vazgeçilmez sayılmaya başlanıyor bir süre sonra. Bunun dışında, başka bir havayı solumak isteyense yalnız bırakılıyor ve katlediliyor. Sokrates’ten bu yana, hep aynı kokuyu salıyor ortalığa küçük adam! Pis kokuyu. Ona bunu söyleyeni sevmiyor, yok ediyor.

Büyük açmaz, yıkıcı yalnızlık!

5. “Bir yazarı sevmek, onun yazmasını sevmektir… Öyleyse yaz” diyen karısına “Son Mektup/Bir Aşk Hikâyesi” adlı kitabıyla seslenir Andre Gorz. Bir ömrü, özgürlük mücadelesiyle geçen süreci birlikte paylaşmış iki insanın öyküsü bu.

“Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum.” diyerek başlıyor kitaba Gorz. Aşk, şehvet türü duygularla/dürtülerle tüm yaşamı birlikte karşılamak/sürmek zor! Sanki insanlığın bazı an’ları var ki, Zweig gibi söylersek, o zamanlar yıldızların en parlak dönemi. Kişisel tarihimiz için de bu söylenebilir.

Aklını yazmakla oynatmış birine katlanmak için, onun bir çırpınışına, delirmeye ramak kalan o tutkulu hallerine alışmak gerekir. Çoğu zaman yazar eşleri, gerçek birlikteliğin nereye doğru aktığını fark etmez. Kendini o tuhaf süreci parçası sayar ve varlığından vazgeçme pahasına sürdürür bu yolculuğu. Gorz’un şu satırları meseleyi iyice açıklıyor işte:

“Yazarın asıl amacı yazdığı şey değildir. Asıl amacı yazmaktır. Yazmak, yani insanın, gerekirse, edebi birikim yapmak üzere dünyadan ve kendisinden uzaklaşması… Ele alınan “konu” sorunu ancak ikinci planda gelir. Konu, metin üretiminin zorunlu olarak olağan koşuludur.”

onlar-yiksinlar-ben-yine-yaparim-175953-1.6. Gorz’un kitabını bir solukta okudum. Özenli kapağını sevdim. Elbet güzel çeviriyi de. Bazı yayınevleri güven uyandırır okurda. “Ayrıntı” bunlardan biri… Asıl beni şaşırtan, çevirmen Alev Özgüner’in kimliği oldu. Doğrusu soyadından bağ kurup da, son romanımın editörü Işıl Özgüner’in ablası olduğunu fark etmemiştim. Sosyal medya bu güzel karşılaşmalara denk gelmek için olanakmış meğer… Alev ve Işıl kardeşlerin bunca başarılı kültür insanı olmaları rastlantı değil elbet. Anneleri devrimci diş hekimi Sevinç Özgüner. 23 Mayıs 1980 günü evinde öldürülen dünya güzeli devrimci kadın…

Aşk deyince, merakla Halim Spatar’ın ağzından Sevinç ve Vecdi Özgüner’in hikâyesinden söz etmem gerek. Genç yaşta yurt sevgisi, direniş duygusuyla TKP ile yolları kesişen Sevinç “1951 Tevkifatında” ikinci kez tutuklanır. Cezanın ardından, bir gün Halim Spatar ve Özgüner’ler Aksaray’da çarşıda karşılaşınca kucaklaşırlar. Vecdi: “İşin yoksa bizimle Sarıyer’e gelsene” der. Meğer nikâha gidermiş Vecdi ve Sevinç. şâhitlerden birini bulmuşlar, biri eksik olduğu için de Halim’den yardım isterler. Öykü güzel ve sade… İşte bu evlilikten olur benim dostum Işıl… O zamanlar gönül işlerinin önceliği ve yapaylığı yok. Yoldaşlık sevgiyi güçlendiriyor…

12 Eylül 1980 Darbesi’nin taşları ustalıkla döşeniyordu o sıralar. Mecidiyeköy faşistlerin eline geçmiş, polis sahayı devlet/millet için cinayet işleyeceklere terk etmiş! Devrimci çift çocuklarını korumak için önlem almıştı. Sıkça gelen tehdit telefonları sonu işaret ediyordu. 23 Mayıs günü sabaha karşı 3.10’da silah sesleri işitiliyor. Halim Spatar’ın eşi balkondan haykırıyor: “Katiller yine kimi öldürdünüz!” diye…

Benim dostum Işıl o günlerden bu yana sızıyı yüreğinde taşır ve okumaktan, insanlardan vazgeçmez.

Gözlerim kurudu desem acıdan…

onlar-yiksinlar-ben-yine-yaparim-175954-1.

7. Datça’tan ayrılmak bu yıl zor oldu. Sakin bir yaz ummuştum oysa. İçinden cunta kalkışması geçen, esnafın sinek avladığı, gözlerde ürkek bakışların olduğu ve tepemizde helikopterlerin durmaksızın uçtuğu günler yaşadık. Karşı kıyıya bakınca, Symnia sakinlerinin ne tür akşamlar geçirdiğini düşünmeye başladım. İki kıyıda aynı yıldızlara bakarak düş kuruyoruz ve eğer günündeyse, aynı serinlikte/güzellikte esiyor rüzgâr.

Suya ayaklarımızı değdirerek kadeh kaldırılan gecelerde, göçmenlerin acısı geçici olarak siliniyor mu sahiden, yoksa sadece kendimizi mi avutuyoruz? İnsan gözlerini kapasa da, eğer, yüreğinin en derininde acıyı duyumsuyorsa, hakikat tüm çıplaklığıyla, bir sinema filmi gibi seriliyor önüne…

Vedalar buruk. Otelimizin/evimizin tüm çalışanları/dostlarımız kapıya çıktılar bizi yolcu etmeye. Ellerinden bardaklar, sürahiler. Gündüz bu kez suyu arkamızdan dökmedi, arabamızın üstüne boca etti. Böylece daha çabuk geleceğimizi söyledi. Hüseyin cigaradan derin nefes çekti, her akşam elinde hortum, artık yalnız sulayacak bahçeyi… Burcu, Hasan…

Can Baba boşuna mekânım Datça olsun dememiş…

Kızıl serçe kondu dalına
Dehşet bir oldubitti çıkarttılar ortaya
Biri sevgiyle öbürü kokusuyla
Derken kızıl serçe badem ağacına atladı gitti
O güzelim oldu da bitti

•••

Açtım ki gözlerimi sabah olmuş Datça’dayım
Ergen ışıklarla karşımda erguvana kesmiş
Gocadağ
Tüm engebesiyle yanıyor o koskoca kaya
Dağkeçileri düzlere kaçmış olmalı