Musil’in muhteşem kitabı Niteliksiz Adam dahil onlarca eseri dilimize kazandıran Ahmet ağabey Vergilius’un Ölümü için “çevirebilirsem kendimi çevirmen sayarım” demişti. Bazı insanların mütevazılıkları büyüklükleriyle eş

Onu hayatı çekip “çevirmek” yordu

Sabahın 3’ü oldu. Hala ses seda yok. Meraktan kıvranıyorum. Cep telefonlarının hayatımıza girmesine daha yıllar var. O nedenle evden dışarı çıkmayıp belki arar diye telefonun başında bekliyorum saatlerce. Aklıma bin türlü kötü şey geliyor. Kaybolsa, dil bilen adam, gider bir karakola, adresi verir, eve getirirler. Demek ki diyorum, daha kötü bir şey oldu, birileri soymak isterken canını yaktılar belki. Ya da kim olduğunu söyleyemeyecek halde bir hastane odasındaysa. Saatler geçirdim böyle.

Nihayet aradı. “Ağabey neredeseniz allah aşkına?” Tanıyanların bildiği o sakin üslubuyla yanıtladı; “sorma ayol, kayboldum”. “İyi de neden daha önce aramadınız?” deyince “kaybolduğumu yeni fark ettim de ondan” oldu yanıtı bu kez..

Meğer Londra’nın merkezinden dolaşmak için çıkıp bir hayli uzaklaşmış, saatler geçtiğinin de farkına varmamış. Dönmek isteyince de geldiği yolları bulamamış. Neden sonra bir telefon kulübesinden aramak gelmiş aklına. “Neredesiniz?” sorumun cevabı da “bilmiyorum” oldu tabii. “Ağabey lütfen orada bir sokak levhasındaki yazıyı okuyun bana, bulurum ben sizi” dedim. Söylediği bölge İngilizlerin ünlü A to Z’lerininin kapsama alanının dışında kalıyormuş meğer. Yani haritaya bakarak bulmam imkansız. Söz konusu bölgenin yakınlarına, evime bir saat uzaklıkta, gittim hızla, sokaklarda yürüyen bir adam arıyorum. Mucize böyle bir şey, nihayet karanlıkta yavaş yavaş yürüyen onu görüyorum. Sadece ama sadece bir rastlantı bu. 9 milyonluk Londra’da Ahmet Cemal’i el yordamıyla bulmayı başarıyorum. Bu küçük macerayı İstanbul’a döndüğünde Enis Baturların çıkardığı -Gergedan mıydı? – dergide yazacaktır da sonra. 90’lı yıllar.

Bence uzaklara gidip hiç dönmemenin küçük çaplı bir denemesiydi o. Müthiş nezaketiyle asla yüzlerine vurmazdı ama yaşamını zorlaştıran insanlar vardı etrafında. Onlardan uzaklaşma duygusuyla doluydu hep Ahmet Cemal. Gerçekten saatlerce aranıp bulunmamak, “arkadaşlarınca” merak edilmek nasıl bir şeydir bunu tatmak da istemiş olabilirdi. “İstanbul’da kaç kişi merak ederdi acaba beni?” demesinden anladığım buydu. Ben bunu denemesi için iyi bir seçim miydim emin değilim, çünkü “yaşamını zorlaştıran” insanlardan değildim, olabilirdim belki de ama İstanbul’umdan, dolayısıyla Ahmet ağabeyden yıllardır uzaktaydım.

YAZKO’da tanıdım Ahmet ağabeyi. 12 Eylül faşizminin tüm ağırlığıyla hayatımızda olduğu o zor dönemlerde ülkenin en ciddi, en aydınlık, muhalif kurumuydu YAZKO. Kapısında siyasi şubeden polisler beklerdi meşhur Renault’ları içinde. YAZKO’nun Başkanı dünya değerlisi Erol Toy’du. Attila Birkiye gibi genç kuşağın en başarılı yazarının yönetiminde YAZKO Felsefe, öykücü Adnan Özyalçıner’in kaptanlığında YAZKO Edebiyat, Ahmet Cemal’in öncülüğünde YAZKO Çeviri gibi her biri anıtlaşmış dergiler çıkarıyordu YAZKO. Bir de haftalık Somut gazetesi. Ben Çeviri dışında hepsinde zaman zaman yazdım. Somut’un yazı işleri müdürü Hayati Asılyazıcı idi. Hayati ağabeyle Erol ağabey neredeyse her hafta basın savcısına ifade vermeye giderlerdi sıkıyönetime. Ahmet ağabey YAZKO Çeviri’de, tüm hayatı boyunca yaptığı gibi gençleri teşvik etti. Çok ama çok güzel bir dergi kazandırdı kültür dünyamıza. Hem Almancaya hem Türkçeye bu kadar hakim olmasına hayranlık duyardım. Cumhuriyet’teki köşesindeki yazıları birer “essay” kalitesinde/tadındadır.

“İstanbul’da kaç kişi merak ederdi acaba beni?” sorusunun yanıtını yaşarken aldı aslında. Londra’ya Cumhuriyet gelmiyordu. Ben çok satışlı malum gazetede okudum gelişmeyi. O gazeteye haber olacak kadar önemli bulunmuştu olay. Ahmet Cemal intihar edecek sanılmıştı. Çünkü Ahmet ağabey 12 Eylül 2002’de Cumhuriyet’teki köşesinde öyle bir yazı kaleme almıştı ki okuyana yaşamına son vereceğini düşündürmüştü. “Paranın romanı ve gerçeği üzerine’ başlıklı yazıda varlıklı bir arkadaşından borç istediğini yazıyor ancak arkadaşının borç yerine kendisine nasihat verdiğini belirterek ‘‘Bende istediğim şekilde hayata devam edebilecek güç hala var mı?’’ diye soruyordu. Bu soru edebiyat dünyasını ayağa kaldırmış, herkes Ahmet Cemal’in intihar edeceğini düşünerek paniğe kapılmıştı.

Daha sonra Ayşe Arman’la yaptığı söyleşide “-O yazıyı bilinçli yazdım. Bizler yanlış bir ayıp bilinciyle yetiştiriliyoruz: Sıkıntını saklayacaksın. Kol kırılır yen içinde kalır hesabı! Oysa bu, bana ahlaki gelmiyor. Birisini ne ise o olarak bilelim, yani rengimizi belli edelim. Benim yaptığım buydu. Saklamadım” diyecekti.

İlgi çekmek için bunları yapan biri değildi Ahmet ağabey. Bir paşa torunu olarak (Cemal Paşa’nın torunuydu) ilgiye doymuş biriydi. Çok sık karşılaştığı iki yüzlülüklerdi canını sıkan. Yaptığı çevirileri zamanında vermemekle eleştirilirdi, hiç hak etmediği halde. Oysa Ahmet ağabey için zaman diye bir kavram yoktu. Çeviride rahatladığı an teslim zamanıydı onun için. Bir başka dile çevrilmesinin zor olduğu bilinen Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü‘nü çevirmek için 40 yıl harcayan birine tembel ya da savsak denir mi? 75 yıllık ömrünün kırk yılını bu kitabı çevirmeye harcamak nasıl bir şeydir? Musil’in muhteşem kitabı Niteliksiz Adam dahil onlarca eseri dilimize kazandıran Ahmet ağabey Vergilius’un Ölümü için “çevirebilirsem kendimi çevirmen sayarım” demişti. Bazı insanların mütevazılıkları büyüklükleriyle eş.

Aynı söyleşide “para yüzünden yitirilebilecek her şeyi yitirmişim, parayla alınamayacak ne varsa da hepsini almışım” diyor. Parayla, hesapla, tüm ilişkisi buydu işte.

Tanıdığım en yalnız insanlardan biriydi. Etrafında dostlarının olması başka bir şey. Derin bir yalnızlığı olduğunu bilirdim. Ama bu yalnızlık onu asosyal bir varlık yapmadı hiçbir zaman. Son yıllarında yine yazmaya, çevirmeye devam ediyordu. Adını taşıyan bir eğitim kurumu vardı, orada öğrencileriyle olmaktan memnundu. Ama yalnızdı Ahmet ağabey. Çünkü toplumun benimsediği tüm kodlara aykırı idi. Para ilişkilerinde aykırıydı, aşklarında aykırıydı. Bunların toplamı yalnızlık demek. Ahmet ağabey içinde bulunduğu çevreyi hiç sevmedi. Yalnızlığı biraz da kendisi seçti. Ünlü romancı dostunun yazdığı Dostlukların Son Günü’nde kendisinden pek de hoş olmayan bir biçimde söz etmesine alınmamış gibi görünmüştür ama içinde ince bir kırgınlık olduğunu hissetmişimdir.

Aykırı aşklarında asla pespayeliğe düşmeyen, aşkı kutsayan iyi bir insandı Ahmet ağabey. Hayatı elbette severdi ama asla yaşadığı hayattan memnun değildi. Defalarca fırsat çıktığı halde gitmeyi düşünmediği bir Avrupa ülkesinde daha rahat yaşardı. Ama başka bir dilden eserler kazandırdığı Türkçeyi çok seven biri olarak ülkesini bırakıp gitmek aklına gelmemiştir Ahmet ağabeyin.

Yıllar önce “kaybolduğunda” onu fiziken bulmuştum. Şimdi gerçekten kaybettim. Onu bulacağım yer artık çevirdiği/yazdığı o muhteşem kitapları.

Hep/çok parasızlık çekti Ahmet ağabey. Dünya kadar kitap çevirdi yorulmadı. Onu yoran hayatı çekip “çevirmek” kavgası oldu.