Maeterlinck, sembolist olarak nitelendirebileceğimiz tiyatro oyunu “Çağrılmadan Gelen”de, zorlu bir doğumu atlatamamış annenin son anlarını konu alır. Oyun boyunca, kör büyükbabanın dışında kimsenin farkına varmadığı ölüm sahnede şöyle bir dolaşacak; ardından anneyi de alarak gidecektir.

Öyle ya, ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflarla hatırlanır. Beyaz periler bir görünür, bir görünmez, kaybolur. Şıpıdık terlik sesi ile kapılar açılıp kapanır. Her hâlükârda ölüm giz dolu telaş içinde gelir, buhur yükselir, tahta sandıklar kilitlenir. Rahvan atlar bilinmeze koşar, meçhule giden bir gemi limandan kalkar. Dünyanın hemen her yerinde hayatın karşıtı ölüme dair simgeler bildik, fazlasıyla tanıdıktır.

“Sıralı ölüm”ün yükselişe geçen bir hastalık evresinden sonra gelişmesi, geride kalanlar için duygusal hazırlık sürecinin olması beklenir. Ani ölümler ruhumuzu zedeler, tarifsiz bir acı bırakır üzerimizde… Özlem duygumuz şiddetlenir. Bir insanın vefatı doğa kanunu şüphesiz. Buna karşılık özellikle bilge ve sanatçıların aramızdan ayrılışı, büyük birikimin taşıyıcılarının toprak altına gitmesi ise can yakıcı. Telafisi olmayan bir boşluk kalıyor arkada.

★★★

Abidin Dino’nun okumalara doyamadığım Fikret Mualla kitabında kaleme aldıklarını hep aklımın bir köşesinde saklarım: “İpekböceği, kozasını ipekli kumaş tezgahı uğruna yapmaz ki… Kozanın karanlığında ipliğini örer durur. Başka türlü baş edemez çünkü…” Sanatçılar da başka türlüsü ellerinden gelmediği için kozalarının karanlığına sığınmışlardır. Ama duyguları sözcüklerle algılamak yaşamın damarlarından koparmaz onları. Dünyaya kendilerinin ve insanın doğasında var olan özellikleri tamamlamak üzere geldiklerinin bilincindedir. İnsanın, doğasındaki özgürlük gereksiniminden kopararak köleleştirmek isteyenlerin, egemen olamadıkları bu sanat ve düşünce adamlarına yüzyıllar boyunca düşman kesilmelerinin sırrı tam da budur. Avrupa’da da, Ortadoğu’da da, memleketimde de… Yüzyıllar boyunca egemenler ve uyduları gizli açık, yasal masal yollardan değişik susturma yöntemleriyle çıktılar karşılarına. Duyarlılığın yaratmadığı noktalarda sürgünler ve öldürümler yaşandı.

Nihat Behram; Demir Özlü’nün vefatının ardından şunları yazmış: “’Duydun mu?’ demişti telefonda. 80’li yıllardı. Ben Paris’teydim. “Hayırdır, neyi?” “Vatandaşlıktan atıldığımızı’ deyip eklemişti: ‘Dert etme! Bu bizi kavgamızda kamçılar.’”

★★★

Demir Özlü, 1971’de cezaevinden çıktıktan sonra gönüllü sürgününü başlatmış İsveç’e yerleşmişti. Bundan tam sekiz yıl önce Stockholm’de bir kahve içimi buluştuğumuzda, “Neredeyse bir ömür sürecek büyük bir maceraya doğru gittiğimi bilmiyordum,” demişti. “Sürgünde On Yıl”da o yıllara dair duygu durumunu şöyle anlatıyordu: “Cumhuriyet okullarında, cumhuriyet ilkelerinin en çok oturmuşluk, kararlılık kazandığı bir dönemde eğitilmiş; ardından da hukuk öğrenimi sırasında, eski kuşaktan sağlam öğretmenlerin eğitimine rastlamış; Türkiye’nin gelişmesi, en uygar Batı ülkeleri düzeyine ulaşması konusundaki ideallerin etkisinde kalmış birisi olarak, ne kamu güçlerindeki paralize oluş, ne de ortaya çıkan cinayetlerdeki vahşet ve ilkellik niteliğine alışabilecek gibiydim.” Ardına vazgeçmediği İstanbul’a dair kent öykülerini, “Soluma”yı, “Bir Küçükburjuvanın Gençik Yılları”nı, “Bir Uzun Sonbaharı”, “Bir Yaz Mevsimi Romansı”nı, “Stockholm Öyküleri”ni, “İthaka’ya Yolculuk”u ve bir dizi anlatı ile yakında ortaya çıkacak pek çok dost mektubunu bıraktı, gitti.

Bu, yalnızca değini yazısı olsun şimdilik. Bu ülkenin aydın ve sanatçılarına hayatı burunlarından fitil fitil getirmesinin giriş cümleleri olsun. Emin Karaca, dostum ablam Şükran Gürak, Murathan Çarboğa, Tanju Cılızoğlu, Muammer Sun, Aylin Özmenek ve Doğan Cüceloğlu’nun ölümlerini neden kabullenemeyişimize dair bir başlangıç olsun!