Önümüz şiddet ve ölüm, arkamız baskı ve tutuklama, iki yanımızda korku ve kaygı yürüyoruz. Nereye?

Gaziantep’teki saldırı, sivil insanların ölümünün getirdiği acı, arkasından gelen “teröre teslim olmayacağız” söylemlerini dinledikçe düşünüyorum. Bir taraftan da, Şemdinli‘de, -ne olup bittiğini tam anlayamasak da- varlığını hissettiren savaş hali var.... BDP Eşbaşkanı Demirtaş Çukurca-Şemdinli arasındaki 400 kilometrenin “PKK kontrolü altında” olduğunu söylüyor.  Suriye’deki kargaşanın Türkiye’deki Kürt sorunu ve PKK gerçeği açısından büyüttüğü kaygılar da gündemde.

Tüm bunlar arasında, bir de siyasetin çözüm değil,  geçmişte daha birçok kez yaşandığı gibi, sorun ürettiği ve üreteceği kaygısı var ki, en büyüğü de o!

Ara sıra bazı çıkışlar da oluyor; biri de, birkaç gün önce Meclis Başkanı Çiçek’in “Teröre karşı Ulusal Mutabakat” çağrısı.... Açılımlar kapanır, acılar artar ve Kürt sorunu daha da boyutlanıp karmaşıklaşırken, öyle bir kenara bırakılacak gibi olmadığı açık. Ama burası Türkiye!

Medyadaki yorumlar türlü türlü.  Kimileri, bunca kaybı ve bunlar karşısındaki boş lafları hatırlatarak çağrının dikkate alınmasını istiyor; haklı yanları yok değil.  Buna karşın kimileri içeriği yetersiz bulduğu gibi zaten geç kalındığını söylemekte; onları da haksız bulmak zor. Kimleri ise, ne mutabakatı, ne siyaseti demeyi sürdürürken,  terörle, dağdakilerle savaşmaktan başka laf edememekte. Onlara da, “ne yazık!” demekten başka bir şey bulamıyorum; aslında onlara değil, böyle siyasetçileri olduğu için bize yazık!

Öte yandan kimileri çağrının arkasında Hükümetin olduğunu düşünürken, Hükümetin çağrıyı üstüne alınmadığı, hatta “muhtıra” değerlendirmesi yaptığı, “şahsi” bir çıkış olarak görmeyi tercih ettiği görüyoruz. Buna da şaşmak gerek ya, alıştık, şaşmıyoruz!   İktidar gibi muhalefettekilerin de, kuşkulu davranıp yan çizmeyi yeğlediklerine baktığımızda ise, şaşırmıyor ama hayıflanıyoruz!

Tamam çağrının içeriği pek matah görünmüyor; bugüne kadar söylenenlerden fazlasını da gündeme getirmiş değil. Yine de, toplumun en önemli meselesinde toplumca bir siyasal çözümü değilse de, bu çözüme doğru yol almayı öneriyor; öneriyi yapan da Meclis Başkanı. Yanıt, tavır bu mudur?

Evet, Cemil Çiçek’e “yıllarca aklınız neredeydi” demek, Kürt halkının gerçeğini yıllarca yok saydıktan sonra, -ki, o zamanlar bunları konuşanlar vatan haini damgası yiyebiliyordu- bugün bazı şeyleri kabul etmek için “geç kalmadınız mı” diye sormakta yarar var.

Ancak, asıl soru ötekilere!  Yani bugün bile bazı gerçekleri kabul etmekten kaçınanlara....  Onlara, “geçmişte olsaydı böyle konuşmazdım” diye nedamet getiren Çiçek’i hatırlatmak gerekiyor. Ne yazık ki , bazılarının bazı gerçekleri kabul etmeleri için 30 yıllık savaş hali, 30-40 bin insanın ölümü, toplumda giderek yayılan ayrışmayı yaşamak gerekiyormuş! Ama daha kötüsü, bunca kayba karşın hala terörle savaştan öteye gidemeyenler! Onlar da, 5-10 yıl sonra, bugünkünden farklı bir yere gelecekler, farklı konuşacaklarsa bu topluma, bu insanlara yazık olmuyor mu, olmayacak mı? Oluyor ve olacak tabii! Ne yazık ki, siyasetçilerin yanlışları ve nedametlerinin bedelini halklar ödüyorlar; ödüyoruz.

Gerçekten bir düşünmek lazım. Kürt sorununda siyasal yoldan çözümü öne almak yerine “terörle mücadeleye devam, teröre teslim olmamak” yönünde söylemin, bugüne dek bir hayrını gördük mü? Yıllardır ölen bunca genci kurtaramamışsak, ölümler muhtemelen bundan sonra da devam edecekse, iki tarafta da ölümlere ve acılara son veremiyorsak, bu söylemlere bir değer vermek mümkün mü?

Tabii, sorunun çözümü yönünde adımlar atmayı öncelikle hükümetten beklediğimizden, gözümüz kulağımız orada; beklentiler de, eleştiriler de öncelikle oraya dair.

Ancak,  “haklı dava” iddiasıyla terör ve şiddete devam etmek ve çözümsüzlükten medet ummak gibi yaklaşımların yalnız Türk tarafına değil,  Kürt halkına verdiği zararları da dile getirmek durumundayız. En azından bugün devam eden saldırı ve ölümlerin Kürt halkının haklı isteklerini güçlendirmek şöyle dursun zayıflattığını görmemek mümkün değil. Hep söylüyorum; eğer birlikte yaşamak isteniyorsa iki halkı birbirinden nefret eder hale getirmenin iki tarafa da faydası yok. Hem yalnız Diyarbakır’da değil, İstanbul’da bu kadar Kürt var diyeceksin, hem de sivil insanlara yönelik bu  şiddet ve  terörle  o Kürt için İstanbul’da yaşamayı zor hale getireceksin; olmaz! Bu tavrın ve politikanın çözümü engellediği gibi, Kürt halkı açısından mayınlı tarlalar döşemek anlamına geldiği de açık. Hak ve eşitlik talep ediliyorsa toplumsal uzlaşma, bunun için de toplumsal barış gerek. Yok, ayrı devlet isteniyorsa, bunun savaşı gibi dili de ayrıdır. Örneğin, o zaman anadilde eğitim gibi, özerklik gibi istemleri öne sürmenin anlamı yoktur.

Ayrıca, sürüp giden bu şiddet ve kuşak kuşak yok oluşun, Kürt halkının geleceğine nasıl bir miras, nasıl bir tehdit bıraktığını görmek gerek. İnsandan, haktan söz ediliyorsa, bunları öyle kolayca bir yana koyamazsınız! Örneğin, daha kaç kuşak, taşlarla, sopalarla, tehditlerle, acılarla büyüsün istenebilir ki! Gandhi’nin söylediği gibi, amaçlarla araçları birbirinden ayırarak düşünmek doğru değildir. En başta, yitirilen insanların, yaşanılan acıların öfkesini de, mirasını da reddetmek kolay değildir. Boşuna, “ne ekersen onu biçersin” dememişler!