Onur kavgası

ULAŞ AYDIN
@ulasaydin

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası Türkiye, OHAL rejimiyle tanıştı ve yaklaşık 10 ayını geride bıraktı. Bu süreçte Türkiye kritik bir referandum gerçekleştirdi ve şaibeli bir biçimde EVET sonucu ilan edildi. Tabii bu süreçte iktidar aygıtını elinde bulunduranlar, devlet aygıtını da referandum kampanyasının bir parçası haline dönüştürdüler. AKP ve Erdoğan, devletin tüm imkânlarını EVET çıkması için seferber etti ama sandıkta HAYIR çıktı. Buna rağmen ilan edilen sonuç yüzde 51 oldu. Bu rejimin sürdürülebilir olmadığının en açık ifadesi masaya konan beka kartına ve devletin tüm olanaklarına rağmen ortaya çıkan sonuçtur. Ancak, bu süreklileşmiş OHAL rejimi de bir şekilde işlemeye devam etmekte ve karar alma mekaniğinin temelini teşkil etmekte. Dolayısıyla ortada uzun vadeye yayılan değil kısa vadede mücadele edilmesi ve çözülmesi gereken bir problem var: OHAL rejimi.

15 Temmuz’dan bu yana KHK’ler ve HSYK kararnameleri ile kamudaki görevinden ihraç edilen toplam kamu çalışanı sayısı 103 bin. Bu sayıya kamuda sözleşmesi yenilenmeyen personeller dahil değil. Toplam sayı bu kişilerle birlikte 130 bine yaklaşmış durumda. Bu sayının 3 bin 500’e yakını sol memur sendikası KESK üyesi. Yine büyük bölümü KESK üyesi olmakla birlikte ihraç edilen Barış İçin Akademisyenler imzacısı akademiysen sayısı ise 481. Ankara’nın orta yerinde altı aydan fazladır direnen Nuriye Gülmen bu isimlerden birisi, KESK Eğitim-Sen üyesi bir akademisyen. Önce açığa alındı, ardından ihraç edildi. Soruşturma yok, savunma yok, terör örgütleriyle iltisaklı olduğu şüphesiyle devam eden herhangi bir adli soruşturma yok, çıkılmış mahkeme, verilmiş hüküm yok. Ne var peki? Sadece KESK üyeliği var. Semih Özakça… Genç bir öğretmen, Mardin’de öğretmenlik yaparken ihraç edildi. O da KESK Eğitim-Sen üyesi. Hakkında açılmış herhangi bir idari soruşturma yok, adli soruşturma yok, delil yok, hüküm yok, mahpusluk yok. KESK Eğitim-Sen üyeliği var. Kuşkusuz haklarında herhangi bir adli soruşturma olmaması bir devlet memurunun idari soruşturma ile görevinden el çektirilmesine engel değil. Ancak ortada bir idari soruşturma da yok. Yüzlerce ismin kurum kurum ayrıldığı ihraç listeleri var. Usül yok, araç yok, sınır yok. Bu iki isim şimdi onurları ve ekmekleri için direnişteler. Açlık grevinde kritik eşiği aştılar ve kalıcı hastalıklar tehdidiyle, dahası ölümle karşı karşıyalar. Etraflarında geniş bir dayanışma ağı şimdiden oluştu. Durum iktidarı ürkütüyor, bunu eylemin sürdüğü Yüksek Caddesi’ne yönelik polis müdahalesinin sıklaşmasından anlıyoruz.

OHAL KHK’leri ile bir gecede sorgusuz sualsiz işini, aşını kaybetmenin yükü tahmin edilenden çok daha fazla. Öncelikle iktidar bu yöntemle kamudan tasfiye ettiği kişileri sadece işsiz bırakmıyor, tabiri caizse cüzzamlı ilan ediyor ve açlığa mahkûm ediyor. Bir daha hiçbir kamu görevinde bulunamıyorlar, yarı-kamu özelliği olan kurumlarda da çalışamıyorlar. İşsizlik maaşı alamıyorlar ve SGK kayıtlarında KHK ile ihraç edildiklerini belirten özel bir madde ile özel sektörde iş bulmaya çalışıyorlar, elbette bulamıyorlar. Bu yüzden inşaatlarda güvencesiz bir biçimde yevmiye ile çalışmaya, tavuk-pilav tezgâhı ile çocuklarına ekmek götürmenin derdine düşüyorlar. Akademisyenler çay ocağı işletiyor, öğretmenler sıvacılık yapıyor, doktorlar garsonluk yapıyor. Devlet, kendi öz vatandaşlarını yargısız infazla sivil ölüler haline getiriyor.

Sivil ölü veya medeni ölü OHAL KHK’leri sonrası yandaş medyada çok sık kullanılan bir kavram haline geldi. Peki Ağrı’nın dağ köyünde hemşirelik yapan birinin veya Konya’da sol sendika üyesi bir akademisyenin darbeyle ne ilgisi olabilir? Burada Gülen Cemaati’ne mensup devlet memurlarının olmadığını söylememekle beraber darbe denilen mekaniğin neresinde bir hemşirenin yer aldığını da açıklamakla mükellefiz. Daha da önemlisi açıklayamadığımız ve sadece listelerin ardına sığındığımız bu denli önemli bir kararla insanları açlığa mahkûm edip, iktidar yandaşı gazetecilerin tabiriyle sivil ölü haline getirmeye hakkımız var mı? Darbeyle hukuki bağını kuramadığımız, hatta somut hiçbir delil bulamadığımız kişileri ömür boyu açlıkla terbiye etmeye çalışmak çok açık bir insan hakları ihlalidir. Bu uygulamanın sınırları yoktur, sonuçları tahmin edilemez. Dolayısıyla uygulamanın ölçüsü de yoktur ve OHAL sonrası hukuk yeniden tahkim edildiğinde uygulama en başta ölçülülüğe aykırılıktan mahkûm edilecektir. Kaldı ki anayasal bağlayıcılığı olan uluslararası hukuktan doğan tüm yükümlülükler de uygulama ile ihlal edilmiştir ve bu açıdan da uygulama mahkûm edilecektir. Bu yüzden iktidar aygıtını elinde bulunduranların giriştiği mücadele bir mücadele değil, ayakta kalma çabasından ibarettir. Ve bu yüzden sürdürülebilir değildir ve son bulduğunda kuvvetle muhtemel siyasal iktidar da son bulacaktır.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevi eylemi tartışmanın tüm bağlamları açısından yol göstericidir. Üniversitede Karşılaştırmalı Edebiyat dersi hocalığı yapan genç solcu bir kadınla, bir dağ köyünde çocuklara eğitim veren sınıf öğretmeninin acımasızca açlıkla terbiye edilmesinin sonucu müdahale ve mücadele edilemez bir çıkmazdır. Zira ortada meşruiyet yoktur. Kamu güvenliğini veya Anayasal rejimi tehdit edecek önemde güvenlik bürokrasisi içerisinde veya benzer önemde bir pozisyonda yer almayan, almış olsalar bile ölçülülük açısından ihraçlarının değerlendirmeye muhtaç olacağı iki insan; bu noktada olmamalarına rağmen ihraç edilebilmiştir. Üstelik bu örnek on binlerle ifade edilebilir durumdadır. Ağrı’nın bir dağ köyünde hemşirelik yapan genç kadınla, Selçuk Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat dersi hocası; Konya İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Daire Başkanı olmadıklarına göre, ortada imkânlar, ölçülülük ve yasallık dahilinde kamu güvenliğini ve Anayasal rejimi tehdit eden bir durum da yoktur. Dolayısıyla bu açıdan da uygulamanın sınırsızlığı ve dayanaksızlığı açık bir insan hakları ihlalidir.

Gülen Cemaati’nin AKP iktidarıyla birlikte devlet organizasyonunu ele geçirmeye çalıştığı AKP iktidarından önce biz solcuların, sosyalistlerin, cumhuriyetçilerin, Atatürkçülerin ortaya koyduğu bir gerçekti. Bu uğurda yıllarca süren tutsaklıklar, kayıp giden yaşamlar gün gibi hafızamızdaki yerini koruyor. Daha iyi bir ülke, daha eşit, daha özgür bir yaşam için verilen kavga; siyasal iktidarla ortak çete yapılanmalarının kumpaslarını, yargısız infazlarını, adaletsizliklerini de kapsıyordu. Bugün darbe girişiminde bulunabilecek düzeyde güce erişen Gülen Cemaati, bu gücün kaynağını AKP’den aldı. Gün geldi AKP iktidarı bu çeteyle mücadele etmek zorunda kaldı. Bu mücadele kapsamlı bir temizliğe dönüştü. Fakat bu temizlik de tamamen kuralsızlığın üzerine inşa edildi. Gelinen noktada da binlerce mağdur oluştu. Darbecilerle bankaya para yatıran veya sendikaya üye olan arasındaki fark belirsizleşti. Ve dahası solcular, sosyalistler tasfiye edildi, açlığa mahkûm edildi. İşte Nuriye Gülmen ve Semih Özakça bu açlığa mahkûmiyete açlıkla yanıt vererek OHAL rejiminde büyük bir gedik açtı. İnsanı, insan olmasından gelen tüm haklarından bir çırpıda ayırarak sivil ölüye çevirmenin ne manaya geldiğini toplum artık daha net görüyor.

onur-kavgasi-289888-1.

Sonsöz

Süreklileşmiş OHAL rejimi KHK’lerle çok sayıda insanı açlığa ve yokluğa mahkûm etti. Bu uygulamayla uluslararası hukuku ve temel insan haklarını ağır biçimde ihlal etti. İnsanlığın evrensel birikimine ve insan olmaktan kaynaklı tüm değerlerine aykırı bir biçimde onları yaşarken ölüme mahkûm etti. Bu tablo sürdürülebilir değil. Kanunsuz, nizamsız, ölçüsüz, sınırsız bu uygulamayla yaşamları alt üst olanlar önünde sonunda haklarını geri alırlar. Ve böyle devam ederse darbeciler ve çete mensupları da bu belirsizlik tablosunda aklanırlar. Dolayısıyla ivedi bir biçimde OHAL KHK’leri ile insanları tasfiye etmeye son verilmeli, özellikle ulusal güvenlik açısından risk bulundurmayan kamu görevlileri acilen görevlerine iade edilmeli, sağlıklı, belgeli, delilli idari soruşturmalar yürütülmeli, insanlara kendilerini savunma hakkı verilmelidir. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın başlattığı onur kavgası da ancak ve ancak bu yolla sonlanacak görünmektedir.