Aslında adı ne olursa olsun, kontrgerilla dediğimiz bir vakıa hakkında, yargı sonucunu dahi beklemeden ‘önyargılı’ olmanın hiçbir sakıncası yok. Çünkü yedikleri haltlar iddianameden...

Aslında adı ne olursa olsun, kontrgerilla dediğimiz bir vakıa hakkında, yargı sonucunu dahi beklemeden ‘önyargılı’ olmanın hiçbir sakıncası yok. Çünkü yedikleri haltlar iddianameden çok önce ön bilgi olarak hafızalarımıza kazındı, hayatlarımızı kararttı. Bu yüzden, mesela tek başına Danıştay cinayetinin aydınlatılması bile yüreğimizi soğutacaktır. Çünkü buradan hareketle Hrant Dink cinayetinin, Şemdinli’nin üzerinin örtülmesine itirazlarımız daha güçlü olacaktır. Bakalım ‘darbe günlükleri’ nasıl ele alınacak?

Bu dava elbette tarihsel öneme sahip bir dava. İddianamede yer alan somut suçlamaların, kanıtların, tanıkların hangi ölçüde isabetli olduğunu bilemem. Ama kurgusu itibarıyla ilk izlenimim şudur: 12 Eylül mahkemelerinde savunmamızı kontrgerillayı teşhir üzerinden yapmıştık. Ergenekon iddianamesinin çıkış noktası, kontrgerilla, bu savunmalarımızın bir tasdiki anlamına geliyor. Ergenekon örgütünün, kontrgerillanın kendisi olmasa da onun bir parçası, bir uzantısı olarak ele alınması, Türkiye’deki devrimcilerin tarih önünde bir kez daha aklanmasıdır.

Çünkü savcılar bu örgütlenmenin NATO’nun komünizmle mücadele amacıyla kurduğu kontrgerillaya dayandığını, ama bunun zaman içerisinde amaçları dışına çıktığını söylüyor. Ne var ki ‘zaman içerisinde’ nelerin olduğunu es geçiyor. Ama bizler, en azından 12 Eylül öncesinin canlı tanıkları olarak, bunların hepsini biliyoruz. İddianame ancak Susurluk’a kadar uzanabilmiş. Susurluk, yani Veli Küçük hakkında savcılar, “adı birçok yerde geçmesine rağmen hakkında herhangi bir işlem yapılamamıştır” derken elbette haklılar. Sebebini de “yapılanmanın devlet kurumları içindeki uzantılarının güçlü olmasına”, “devlet kurumlarında ciddi bir şekilde irtibatlarının olmasına” bağlıyorlar.

Burada savcılar susuyor, ama biz konuşmaya devam etmeliyiz: 1) Evet, bu yapılanma ABD ve devlet marifetiyle 1950’lerde kurulmuştur. 2) Adının Ergenekon olduğu, 12 Mart döneminde muvazzaf general Memduh Ünlütürk tarafından Ziverbey işkence köşkünde ifşa edilmiştir. 3) Tasfiye edildiğine yönelik hiçbir kayıt yoktur. 4) Bu yüzden, bu örgütlenmede yer alan şahısların (hiç olmazsa belli bir dönem) “devlet kurumlarının uzantısı” bir yapılanmanın görevlileri olduğu aşikardır.

Bu dört noktanın mevcudiyeti bize şu soruyu sorduruyor: Kontrgerilla rejimini yargılamak, demokrasinin önünü açmak için şimdi bu iddianameye ‘kaç elle’ sarılmalıyız? Aman dört elle sarılmayalım! Bakın bizler 12 Eylül yargılamalarında, şimdiki liberaller kadar kurnaz değildik. Ama akıllıydık. Mesela 12 Eylül mahkemelerinde MHP hakkındaki iddianameleri alıp kendimize savunma yapmayı düşünmedik. Çünkü 12 Eylülcüler ve ABD, MHP’yi de yargılayarak kendi ellerini temizliyorlardı; MHP üzerinden kendilerini aklamışlardı ve devrimcileri ‘kolayca’ suçlamışlardı! MHP’liler kendileri cezaevinde, fikirleri iktidarda bir tuhaflık içindeydiler. Ergenekoncular ise şimdi 1980 öncesindeki MHP’nin akıbetini yaşıyorlar. MHP yargılandı diye 12 Eylül dönemi ve yargısı aklanabilir mi?  Ergenekoncular’ın da, açıktır ki, misyonları bitmiştir ve üstelik fikirleri de iktidarda değil. Çünkü ABD’nin ve müesses nizamın ‘paradigması’ değişti (hani şu ulusalcı – NATO’cu çatışması, ılımlı İslam gidişatı denilen olay).

Savcılar madem lafı NATO eliyle kurulan kontrgerilladan açmıştır, iddianamede yer alamayan bir başka soru mutlaka sorulmalıdır: Bu tür bir örgütlenme, toplumsal muhalefeti iç düşman ve komünizme karşı mücadele kategorisinde ele alıp binlerce solcunun canına kast ettiğinde ‘devlet görevi’ yapıyordu, öyle değil mi? Bu tür bir örgütlenme, Kürtlerin en masum taleplerini bölücülük kategorisinde ele alıp ve bütün muhalif Kürtleri PKK’li olarak yaftalayıp katledince, kirli savaşı devlet adına gayri nizamı savaş olarak tırmandırınca, ‘vatani bir görev’ yapıyordu, öyle değil mi?

İddianamenin elbette ‘iddia edemeyen’ (zülfü yare dokunamayan)  özelliği öne çıkıyor. Şurası açık ki, CIA, MİT, JİTEM vb. olmadan, belki yumurtasız omlet olur ama, ne kontrgerilla ne Ergenekon diye bir şey olamaz. Zaten MİT (misyonu sona eren) bu yapılanmayı 2003 yılında rapor etmiş. Bakın işte CIA’nın da bu işin içinde olduğu açıklandı: Özkök için suikast girişiminden haberdarmış ve ilgilileri uyarmış, yalan mı?

Zaten savcılar da “Ergenekon terör örgütü, ‘derin devlet’ ifadesi ile anılan bir örgüt,” diyorlar. (Tayyip Erdoğan, Hrant Dink cinayeti sırasında derin devleti “kurumlar içindeki çeteleşme” olarak tanımlamıştı.) Derin devlete bizler ‘kurumsal faşizm’ deriz! Klasik faşizmden farklı olarak, yani aşağıdan yukarıya kitle tabanı üzerinde yükselen bir faşizm yerine, devlet kurumları eliyle toplumun faşistleştirilmesi… Bu uygulama pek ala ‘sömürge tipi demokrasi’ kisvesinde yutturulabilir ve yutturuluyor.

Demek ki asıl mevzu şudur: Kontrgerillanın ana prensibi balıkları yakalamak (muhalifleri temizlemek) için gölü (toplumu) kurutmaktır. Eğer hakikaten ‘hukuk devleti’ arzulanıyorsa, kontrgerillayı tasfiye etmenin ana prensibi de böyle olmalıdır. Yani sadece ‘sanıkları’ (balıkları) yargılamak değil, devletin kurumsal yapısındaki zulmü (bataklığı!) sorgulamak ve kurutmak. (Ama böylesi, burjuva devletin kendisini ilgası, ‘intiharı’ anlamına gelmez mi?!) Yoksa sanıklar cezalarını bulur, gün gelir devran döner, bu kez ‘ulusalcı kontrgerilla’ yerine ‘İslamcı kontrgerilla’ aynı haltları yer. Yani ha Veli Küçük, ha Ali Küçük, fark etmez. Haldeki rejim krizi ortamında keriz durumuna düşmemek, soyut hukuk devleti talebiyle değil  ancak zulüm üreten sistemin çarklarına itirazın tekrarıyla mümkündür.