Örgütlü kötülük; siyasi, insani her türlü ilkeye ve tutarlılık arayışına düşmandır. Zafer vaadi ve yok olma tehdidi arasına sıkıştırılan “siyaset”, kitleleri manipüle ederek gerçeklikten uzaklaştırır. Yaşamın olağan akışı, örgütlü kötülüğün zincirleri tarafından tutsak edilir. Dışarıdan bakıldığında “işler” gibi görünen mekanizmalar, aslında toplumun kılcallarına kadar işleyen endişenin ve umutsuzluğun örtüsüdür. Yalnızca muhalifler değil, muktedirin yanında hizaya geçip insani olan her vasfa pervasızca saldıranlar da bu iklimin içindedir. Şarlatanlıkları ve hadsizlikleri güçlerinden kaynaklanmaz aksine tutarsızlığın ve kaypaklığın enkazında birer acziyet abidesine dönüştüklerinden sadece öfke kusabilirler, sadece hedef gösterebilirler.

İradelerini devretmek, kendi yapamadıklarını biat ettikleri güce yaptırmak politik aktör olmadıklarının tescilidir. Onlar söze değil demagojiye, eyleme değil ‘performans’a mahkûmdurlar.

Saray-AKP rejimi ‘yönetme’ kabiliyetini yitirdiği günden bu yana örgütlü kötülüğün ve ona içkin ‘performans’ın kapsama alanı genişledi. İktidar söylemi her gelişmeyi olgudan koparıp ‘sahne’ye fırlatıyor. O sahnede parti binası basanlar, idam ipiyle dolaşanlar, anaokulunda çocukları minyatür tankın altına yatıranlar hasılı muktedirin istediği her şey var; fakat idrak ve izan seyirci koltuğunda dahi kendine yer bulamıyor.

Beşiktaş’ta, Kayseri’de gencecik çocuklar hayatını kaybetmiş, arkasında gözü yaşlı aileler bırakmış. Yas tutma merhalesine dahi gelinememiş, acı o kadar taze. Akla ilk gelen “jest”, hâsılatı saldırılarda ölenlerin ailesine bırakılacak bir maç düzenlemek! Hükümetin “mega projeler” ile başarı öyküsü anlattığı günlere denk düşüyor tam da bu “yardımlaşma”. Şehitlere saygı adına tertiplenen maçta “gençlik istedi, yeni anayasa geliyor” pankartı açılıveriyor. Belli ki birileri için tribünler “sahne” ama başrolde futbolcular yok. Onlar gol attıktan sonra asker selamı verip emsallerini 90’lardan bildiğimiz küçük bir katkı sunuyorlar ‘performans’a. Asıl mesaj ekran başındakilere, başkanlık her derde devadır!

Barbarlığın sınırı olmadığını, hele dini fanatizm ve emperyal savaş söz konusu olduğunda katliamların dizginlenemediğini bilen her akıl sahibi, baştan bu yana Suriye batağına girilmemesi gerektiğini söyledi ama dinleyen çıkmadı. 22 Aralık’ta El Bab’da IŞİD saldırısı sonrasında TSK’ya mensup askerler yaşamını yitirdi. Acı büyüktü fakat bindirilmiş kıtalar evlerinde kalmayı tercih etti. Kayseri’deki terör saldırısı sonrasında sokağa çıkan ‘hassas vatandaşların’ izine rastlanmadı bu kez. Ölen askerlerden ‘maliyet’, ‘bedel’ olarak bahseden koro ‘stratejik aklın’ uzantısı olarak kayıpları kaçınılmaz olarak görürken orada ne işimiz var sorusunu bir kez daha soranlar “hain” listesine eklenmişti çoktan. Militarizmin İslam-Türk sentezciliğiyle buluştuğu o noktada vurucu ‘performans’, Sevr korkusunu hatırlatmaktan geçiyordu elbette: ‘Durursak Sevr gelir!’ İktidar çeperinden kimse bölünmek sadece siyasi sınır meselesi değildir, kaybettikleri için yas tutamayan, faile göre pozisyon alan bir ülke ortak paydada buluşma potansiyelini kaybetmiştir diyemedi. İktidarın sorumluluğunu hatırlatmadı

El Bab haberinin üzerinden çok zaman geçmemişti ki IŞİD’in daha önce kaçırdığı iki askeri hunharca öldürdüklerini iddia eden bir video yayınlandı. Gözler hükümete çevrildi hemen ancak ne bir ses ne bir seda! Uluslararası medya iddiaya yer verirken Türkiye’de yandaşıyla, ana akımıyla medya el ele penguenleşti. Sosyal medya erişiminin engellenmesi, internetin yavaşlatılması soruyu ortadan kaldırmıyordu. Görüntüler doğru muydu? Bu ülkenin yurttaşlarının büyük bir kısmı IŞİD’in elinde rehin tutulan askerlerin varlığından dahi haberdar değildi. Örgütlü kötülüğün kol gezdiği şu zaman diliminde neyi bilip neyi bilmemiz gerektiğine karar veren de Saray-AKP rejimi.

Linç ile vurdumduymazlık arasında salınıyoruz. Muhalefetin iktidar blokuyla milliyetçilik yarışına girmesi, solun, demokratların marjinalleştirilmesini kolaylaştırıyor. Zaten YÖK rektörlerin ‘havuzdan’ seçilmesinden memnun, muhtarlar Saray’da ağırlanmaktan memnun, valiler muhtarlardan rapor alacak olmaktan memnun, muhbir vatandaş ödüllendirilmekten memnun, üniversite yönetimleri muhalif akademisyenlerden kurtulmaktan memnun… Ama bir de güçlü bir demokratik itiraz bekleyen milyonlar var. Gericiliğin, zulmün, savaş çığırtkanlığının kuşattığı bir ülkeden hiç de memnun değiller. Yaşam tarzları farklı, sınıfsal konumları farklı, cinsiyetleri farklı ama memnuniyetsizlikleri aynı. Mesele, bu geniş kitlenin içinde politik bir bağ inşa etmek. Başkanlık dayatmasına karşı doğru strateji bu bağı örebilir.