Türkiye’de aydın olmak, onurlu yaşamak, hele ki solcu kalarak bu tavrı sürdürmek geçmişten günümüze her zaman çok zor olageldi.

Egemenler her zaman bir ‘bedel’ istediler ve bu bedeli de ödettiler.

Orhan Veli için çok güzel kurmaca bir biyografi kitabı yazan Adem Kocamaz sadece ünlü şairimizi değil onun yakın çevresi ve o yılların Türkiye’sini de son derece ayrıntılı olarak okurlarına sunuyor.

Dorlion Yayınları’ndan çıkan ‘Veli’nin oğlu Orhan’ adlı kitapta, şairin yakın arkadaşları Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Hasan Âli Yücel, Sabahattin Eyüboğlu, Mahmut Dikerdem, Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç, Yahya Kemal Beyatlı, Erol Güney, büyük ‘yasak’ aşkı Nahit Hanım, ‘Sere serpe’ şiirinin kahramanı Bella Eskenazi, dönemin ünlü meyhaneleri ve müdavimleri hepsi bir film şeridi gibi akıp geçiyor.

Edebiyatımızın dev isimlerinin en büyük sorunları ise gelir elde edecek bir işleri olması… Bu konuda en talihsiz olanları da Orhan Veli. Çünkü çok ilkeli. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Bakan Hasan Âli Yücel tarafından kurulan Tercüme Bürosu, 1946 Seçimleri sonrasında, dağıtılırken arkadaşları teker teker sürülüyor. Orhan Veli için henüz bir şey yok. Ama o doğrudan istifa ediyor. Parasız pulsuz yaşama dönmekten kaçınmıyor. Parasızlık da öyle böyle değil. Paltosunu satıp dergi çıkarmaya kadar varıyor.

1940’lı yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın bütün ağırlığıyla toplumların üzerine çöktüğü bir dönem olarak hafızalara kazınıyor. Tek parti döneminin sonuna doğru gelinirken sol düşünceye karşı baskılar giderek artıyor. Güçlenmekte olan Demokrat Parti ile ‘gericilik yarışına’ giren CHP sonunda kaybedeceği bir kulvarda koşuyor.

Nâzım Hikmet 1938’de, 28 yıl hapse mahkûm edilmiş, ülkenin cezaevlerinde çile doldurmaktadır.

1949 yılına gelindiğinde Nâzım, içerde 12 yılını geride bırakmıştı. Yurt dışında onun özgürlüğü için mücadele edenler vardı. Eylül ayında Tristan Tzara öncülüğünde ‘Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi’ kurulmuştu. Picasso, Aragon, Camus, Sartre, Simon de Beauvoir, Yves Montand bu komitede yer alıyorlardı.

Orhan Veli bu duruma çok içerliyordu. Dışarda kampanyalar yapılıyor, Türkiye’de ise yaprak kımıldamıyor.

Bir ‘Yaprak’ hariç!..

Orhan Veli’nin sorumlusu olduğu Yaprak dergisi bu utanılacak sessizliğe karşı bir yazı yayımlıyordu. Elbette yazı Orhan Veli imzasıyla yayınlanacaktı.

Orhan Veli, Nâzım Hikmet için imza toplayan Türk aydınlarının çabalarını anlattıktan sonra bu davranışını gerekçesini de açıklıyordu:

“Türk aydınları tarihimizde bir kara leke olarak kalacak bir işin sorumluluğuna ortak olmak istemiyorlar!”

Orhan Veli “Kayıtsız kalanlar bu suça ortaktır” diyerek bildiriyi noktalıyordu:

“Biz bu utanca ortak olmayacağız!”

1950’nin ilk yarısında bir avuç yürekli aydın her şeyi göze almışlardı.

Aradan 65-70 yıl geçtikten sonra Güneydoğu Anadolu’da Kürtlerin yaşadığı coğrafyada büyük bir kıyım ve yıkım yapılırken bu kez üniversite hocaları ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bir bildiri yayımladılar. Daha sonra adları ‘Barış Akademisyenleri’ olarak anılacak bu aydınların tamamı okullarından atıldı. Haklarında ağır hapis cezaları istenen davalar açıldı. Hiçbiri geri adım atmadı.

Türkiye sağı ile solu arasındaki fark işte burada bir kez daha ortaya çıktı.

Aydın olmanın onuru!

Bu onur Orhan Veli’lerden günümüze güçlü bir damar olarak varlığını koruyor.