Orman yolunda

ÖZCAN DOĞAN

Kapı çalındı, irkildim. Gene dalıp gitmişim demek.
Mutfaktaydım. Ne zamandır biriken, giderek tezgahı kaplayan bulaşıkları yıkıyordum.
Ellerimi kurulayıp kapıya yöneldim. Ayhan’dı. Evde durmaktan sıkılmış, çıkıp gelmişti.
“Biraz dolaşırız, diye düşündüm.”
“İyi etmişsin, hava güzel.” Elimle işaret ettim.

“Yok, içeri girmeyeyim.”
“Peki. Az bekle, hemen geliyorum.”
Odama gittim, birkaç şey aldım, çıktık. Evin arkasında, binaların, tarlaların arasından uzanıp ormana giden yola koyulduk.
“Günler uzuyor,” dedim.
“Öyle. Havalar da ısınıyor.”
“Yakında balkonlara kuruluruz.”
“Öyle, yaparız,” dedi. Yolda gezinen gözlerini ikide bir kaldırıp etrafı izliyordu. Bir şeye baktığı söylenemezdi. Öylesine. Sonra başını öne deviriyor, derken savurarak kaldırıyor, sonra gene bırakıyordu.
“Bir şey mi var?” diye sordum.
Aniden bir ses duymuş gibi baktı yüzüme.
“Yoo, iyiyim, n’oldu ki?”
“Bilmem, pek tadın yok gibi.”
“Sana öyle gelmiştir, iyiyim.”
“Anlat istersen.”
“Yok dedim ya Zehra.”
“Peki, tamam, kızma hemen.”
“Kızmadım ki,” dedi, omuz silkti. Ardından, hızlı uzun adımlarla yolun kıyısına atıldı. Az ötedeki kurumuş ağaç dalını gözüne kestirmişti. Vaktiyle oraya düşmüş ya da birileri atmıştı. Eğilip aldı. Elinde çevirdi, baktı, yere vurdu bir iki. Değnek diye tutup yola çıktı, yürüdü. Şimdi gene yan yanaydık.
Tarlaları geçtik, ormanın içinde, toprak yolda ilerledik. Kesik kesik konuşuyorduk. Bir yere varmayan sözler.
“Ne oluyor yahu?” dedim.
“Nasıl yani?” dedi.
“Bak Ayhan,” dedim. “Konuşmak istemiyorsun belli ki. Ama böyle de olmuyor.”
“Konuşuyoruz ya Zehra,” dedi. Az önce hevesle yolun kıyısından aldığı dalı hızla uzağa fırlattı. Ellerini çırptı. Arkasından bir şeyler söylendi.
“Peki,” dedim. “Madem öyle, unut gitsin.”
Adımlarımı hızlandırdım. Öne geçip Ayhan’ı arkamda bıraktım. İlgisiz görünerek yürüdüm. Yolda gözüme çalınan bir taşı ayağımla sürükleyerek.
“Biz ayrılıyoruz,” diye atıldı, uzaklardan seslenir gibi.
Zınk diye durdum. Yüzümü çevirdim. Boğazımdan yukarı bir şey tırmandı. Ağzımdan söz çıkmadı ama. Ne diyecektim ki. Yanıma kadar gelmesini bekledim. Geldi, durdu kısacık, ellerini iki yana açtı, başını salladı, yürüdü. Peşine takıldım.
“Ayrılmak mı?” dedim. Hayır, sormadım, yalnızca söyledim.
“Galiba öyle,” dedi.
“Neden ki?” dedim. Nedenini biliyordum.
“Yürümüyor artık, biliyorsun,” dedi. “Yan yanayız, ama bir araya gelemiyoruz, buluşamıyoruz. Artık tartışmıyoruz bile. Anlıyorsun ya.”
“Zamanla düzelir, öyledir bu işler,” dedim. Düzelir miydi? Belki. Düzelsin miydi peki? Mecburen öyleydi. Bırak Semra’yı gitsin, diyemezdim ki. Desem bile söyleyemezdim ki.
“Bilemiyorum,” dedi. “Zaman zaman dedik, buraya kadar geldik.”
“Olsun. Semra iyi kızdır,” dedim. İçtenlikle söyledim, ama üstelemedim.
“İyi, hem de çok iyi,” dedi. Sustum. Ama herkesin bir kusuru vardır tabii, diyecek oldum. Dilimi tuttum. Kızdım hattâ kendime. Bu işte Semra’nın bir suçu yoktu.
“Ama iyilikle olmuyor,” diye devam etti sözüne.
“Orası öyle,” dedim. “Başka şeyler lazım.” Ne gibi şeyler Zehra? dedim kendime. Bende var mıydı onun aradıkları? Yıllardır tanıyordu beni. Bulabilmiş miydi bir şeyler? Hem sonra, ne arıyordu ki tam olarak?
“Haklısın,” dedi. “Bir şeyler eksik belli ki. Ama eksiklik kimde, bilmiyorum. Bendedir belki de.”
“Yapma lütfen,” dedim. “Ne kusurun var ki?” Elimi omzuna uzattım, ucundan tutundum incecik. Ona kendisini anlatıp durdum. Neler söyledim neler.
“Çok iyisin Zehra,” dedi, üstüne basarak. Öyle deyince, içimde bir şeyler cızırdadı. İyiydim. Evet, iyiydim belki. Ama Semra kadar iyi olmak istemezdim.
“Sıkma canını artık,” dedim. Yüzünü uzaklara çevirdi.
“Dönsek mi?” dedi. “Epey yürümüşüz.”
“Evet, hiç bu kadar gelmemiştik.”
Hava serinlemiş, gölgeler uzadıkça uzamıştı.
Geldiğimiz yoldan eve doğru yürümeye koyulduk. Yine susuyorduk. Oysa onun konuşmasını, bir yerlere varmasını istiyordum.

Kendimi çekiştirerek, kendime kızarak.
Havadan sudan birkaç sözcükle bitirdik yolu. Yani şimdi öyle mi yapacaksınız? dedim içimden kaç kez.
Evimin kapısına vardık.
“Yürümek iyi geldi,” dedi. Rahatlamıştı demek. Öyle umdum hiç değilse.
“Bir ara gene yaparız,” dedim.
“Olur, yaparız,” dedi. “Görüşmek üzere Zehra.”
Ayrıldık, uzaklaştı. El salladım arkasından.
“Takma kafana,” dedim. Hem ona, hem kendime.