Orta Asya’nın neoliberal trajedisi

Michael Hudson

1980’lerde, Sovyet yetkilileri Batı tarzı bir yenilik ve verimlilik umuduyla ekonomilerini açma ihtiyacı duydular. Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın ABD, Britanya ve diğer ülke ekonomilere kredi yükledikleri neoliberal finansallaşma destekçisi politikaları destekledikleri on yıllık dönemde oldu.
Sovyetler Birliği sosyal demokrat Batı’nın kabul edebileceğinden bile daha keskin bir özelleştirme politikası uyguladı. Aralık 1990’da IMF, Dünya Bankası, OECD ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın Houston’da sunduğu, o zamana kadar kamunun elindeki malları sermayenin eline bırakan neoliberal projeyi uyguladılar. Verilen söz, özelleştirmeleri alan piyasanın ilgisinin yeni evler, tüketim metaları ve zenginlik üretmeye dönük olacağıydı.


Sovyet liderleri, aldıkları neoliberal tavsiyenin yüksek sanayileşmiş milletlerin ilerleyerek refaha kavuştukları bir yol haritasının formülü olduğunu düşündüler. Halbuki bu formül tersine ekonomilerini ABD ve diğer dış yatırımcılara açarak, eski Sovyet yönetimleri üstünden ceplerini doldurdukları, ABD’nin Latin Amerika’da kukla ülkelerinde yerleştirdiğine benzer bağımlı oligarklar yarattığı bir sonuç yarattı. Soğuk savaş izolasyonunun ortadan kalkması eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerini ABD ve diğer Batı bankaları ile şirketlerinin finansallaştırma ve doğal kaynaklarını sömürme hedeflerine yem etti.

Sonucu, serbest piyasanın ürettiği yozlaşmış hükümetler oldu. Bankalar, gayrimenkuller, doğal kaynaklar ve kamu kurumlarını özelleştirenler de bu işlemleri yabancı yatırımcılar ve bankalar sayesinde kendi ceplerini dolduracak şekilde yaptı. 90’lardaki bir Rus şakası, yaşananları özetliyordu: “Partinin bize komünizmle ilgili söylediği her şey yalan çıktı ama kapitalizmle ilgili söylediği her şey de doğru çıktı!”

Vladimir Putin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü 20. yüzyılın büyük trajedisi olarak tarif ediyor. Bunu bir Yunan trajedisine dönüştüren Sovyet cumhuriyetlerinin hükümetleri yatırımcı kredi üreticisi ve düzenleyici rolünden çıkardıkları şok terapinin sonuçlarının hem ne kadar kaçınılmaz hem de öngörülememiş olmasıydı. Özelleştirme işlevsiz planlamayı sonlandırmadı. Onun yerine toplumsal işlevsizliği özelleştirdi, bunun sonucu da düşman işgalinde ancak görülebilecek bir ekonomik ve demografik yıkım oldu. Tüm ekonomiler mutlaka bir sınıf tarafından yönetilir. Kamu otoritesinin yokluğunda planlama bankalar topraklar, gerekli sermaye ve hepsinden önemlisi kredilerin bölüştürülmesi kimin elindeyse ona geçti. Bugün, Sovyet sonrası bölüştürmenin otuzuncu yılında, bankacılık harap oldu, borca gömüldü ve nüfusu yoksullaştırarak yaşam süresini kısalttı, ülkelerden göçü artırdı.

Sovyet Planlaması barınmayı, eğitime ulaşımı ve temel sağlık hizmetlerini hak haline getirmişti. Barınma için bir emlak piyasası ya da mortgage borcu yoktu. Hükümet barınmayı kendisi kredilendirerek fiyatları düşük tutuyordu. Konutlarda yoğunluk vardı fakat en azından aileler barınma, eğitim ya da tedavi için borçlanmak zorunda kalmıyordu. Çoğu Rus’un ve diğer eski Sovyet ülkeleri halklarının Sovyet dönemine özlemle bakmasının sebebi de budur.

1991 sonrası barınma ancak borçlanmayı getirdi. Batı’daki yüzde 5 mortgage faizlerinin tersine, nüfusun çoğu burada yüzde 25 ile 50 arası faizlerle borçlandırıldı. Bu borçları ödeyebilmek çok zordu. Dahası, kadınlar ve şehirlere akın eden topraksız çiftçiler, yüzde 80’e varan faizleri olan mikro kredilerle hayatta kalabildiler.

Ödemeyi sağlayabilmek için mikro kredileri veren yerel kuruluşlar bölgelerindeki memurları ve yaşlıları görevlendirerek, ödemelerini sağlayamadıkları için kadınları ortalık yerde utandırıyor, hatta ölenlerin borçlarını toplamak için cenazelerde aileleri sıkıştırıyorlardı.

1995-2012 arasında bu mikro kredilerin yarattığı varlık transferi sonucu, küresel güneydeki yoksulların cebindeki 125 milyar dolar, küresel kuzeydeki finans merkezlerine geçti.

Kadınlar, Batı tarzı neoliberal reformların en radikal muhalifleri oldular. Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te 26 Mayıs 2016’da çoğu kırsaldan gelen kadınlardan oluşan 700 kadın ABD Büyükelçiliği önünde eylem gerçekleştirerek, ABD’nin ve Dünya Bankası’nın kurduğu ve desteklediği bankalardan ve mikro kredi kuruluşlarından borç affı talep ettiler. Ellerindeki pankartlarda “Borç öldürür”, “Evlerimizi bankalardan kurtarın”, “İnsan kardan üstündür” yazıyordu. O gün protestocular çok kritik bir şey yapmış oldu. İçinde bulundukları durumun suçunu kendi başarısızlıklarında değil Batı finans kurumlarında buldular. Benzer borç karşıtı protestolar komşu Kazakistan’da da oldu.

Sovyet sonrası Orta Asya binlerce yıldır evrensel kabul edilen en temel reformlara sahip değildi. Neredeyse M.Ö. 2350’de Sümer hükümdarı Urukagina’nın koyduğu kanundan beri borç verenlerin borçlularının evlerine girmesini ve varlıklarına el koyması yasaktı. Mezopotamya ve Mısır’dan Roma dönemine kadar borçluların hakları, borç verenlerin uygulayabileceği faizlerin sınırlı yazılı olarak güvence altındadır. Fakat Batılı ekonomi danışmanları, Orta Asya için böyle bir kanun koymaya gerek duymadılar.

Batılı yatırımcıların Orta Asya’dan en çok istediği şey doğal kaynak varlıklarıydı. ABD, Dünya Bankası ve STK danışmanları Batılı petrol ve maden şirketlerinin lehine yasalar koydular. Cehvron gözünü Kazakistan’ın Tengiz’deki geniş petrol yataklarına dikti. Kazakistan’ın arzusu Batı uzmanlığından üstlenici taraf olarak yararlanmaktı. Fakat Chevron petrol yatakları üstünde tam kontrol ve satışlardan hükümete minimum pay vermek istedi.
Bunun sonucunda dünyanın en korkunç petrol anlaşmalarından biri yapıldı, Kazakistan beklediğini alamazken Chevron dünyaları kazandı. Anlaşma hükümetin üretimin yüzde seksenini alacağı şeklindeydi ki Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinde de yapılan anlaşmalar bu eksendeydi. Fakat işin gerçeği Kazakistan projenin gelirinin ancak yüzde ikisini aldı. Şirket avukatları Kazakistan hükümetinin (IMF’den borç alarak) kendi petrol alanlarını inşa edene ve uzun erimli bir üretim hedefi koyana kadar herhangi bir kâr elde edemeyeceği bir anlaşma yaptı. Bu zamana dek zaten Chevron’un el koyduğu Tengiz petrol rezervleri çoktan tükenirdi.

Chevron’un operasyonu Ekvador’daki kadar korkunç bir ekolojik yıkım yarattı. Çevre koruma kanunları tarafından 303 milyon dolarlık tazminata mahkum edilmesine rağmen devlet başkanı Nazarbayev, üzerindeki baskı sebebiyle ülkelerinin ne kadar yatırım dostu olduklarını göstermek için bu tazminatı iptal etti. Ne zaman halk muhalefeti adil bir anlaşma ve uluslararası yatırımcıları talep ettiyse uluslararası finans merkezleri, ABD, IMF ve DB yeniden anlaşma yapmanın anlaşmanın şartlarını çiğneyeceği cevabını verdiler.

Kırgızistan da benzer şekilde yabancı altın madeni şirketlerinden çekti. Topraklara verdikleri zehir için bu şirketler herhangi bir tazminat ödemediler. Eğer Batı gerçekten Sovyet sonrası devletlerin refaha kavuşmasını isteseydi diplomatları adil doğal kaynak anlaşmaları yapılmasına, çevrenin korunmasına işçilerin güvenliğine ve diğer kamu düzenlemelerine uygun davranırdı.

Bazı fethedilen ülkeler iyileşti, 1945 sonrası Almanya ve Japonya gibi. Fakat eski Sovyet ülkelerinin fethi, kleptokratik hükümetlerin başa geçirilmesiyle ekonomik yapılarının yozlaştığı bir forma dönüştü. Orta Asya ve diğer eski Sovyet ülkelerinin kaderi, topraklarının madenlerinin ve kamu kuruluşlarının, yozlaşmış işbirlikçi hükümetlerin yabancı sermaye ile ittifakı ile özelleştirilmesiyle belirlendi. Aunı Norman İstilası’nın yarattığı arazi tahvilleri ve benzer şekilde İspanya’nın Yeni Dünya’da yaptığı gibi Sovyet sonrası varlıkların gaspı da doğal kaynak ve topraklar üzerinden borçlanarak hem kendisini hem de ABD ve diğer yabancı sermayedarları güçlendiren yeni bir oligarşi yarattı. Varlıkların adaletsiz dağıtımı ve borç bağımlılığı bu ülkelerin gelişimlerini daha on yıllar engelleyecek.

ABD diplomasisi, Dünya Bankası ve IMF’nin sponsor olduğu neoliberalizmin mecbur ettiği dışa bağımlılıktan kurtuluş, her şeyden önce borçta hak edilen ve hak edilmeyen kazancın ayrımının yapılabildiği, buna göre fiyatlandırmanın belirlenebildiği bir alternatif ekonomik teori gerektiriyor. Bu ayrımın yokluğu üzerine kurulu bir sistem, 19. yüzyılın klasik politik ekonomisinin itici gücüydü, rantiye sınıfının kurduğu bir serbest piyasa. Değer ve fiyat teorisi hak edilmemiş gelir olarak ekonomik rantı izole etmeye yarayan bir analitik araçtı. Bu kavramlar kamu/özel karışımı bir ekonomi yönetiminin temelini, kamu yatırımını, kredi üretimini ve yurtiçi işgücünü, sanayiyi ve tarımın korunmasını güvence altına almıştı.

Politika üretmeye rehberlik edecek bir teori geliştirirken, eski Sovyet ülkelerinin geçtiği rantiye sınıfının yarattığı korkunç neoliberal süreç bir itiraz noktası oluşturmalı.

Michael Hudson’ın Naked Capitalism sitesinde yayınlanan yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

Çeviren: Göksu Cengiz