Neslihan Altun “Okuru sarsma motivasyonum yok yazarken. Dünyamızda insanın ayak izini bıraktığı her yerde yeşerebilen; ortak, sarmalayıcı duyguların ifadesiyle inşa edilmiş bir aşinalığın izini sürüyorum” diyor.

Ortak ve sarmalayıcı duygularımızın şiirleri

Can GÜROLA

Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli dergilerde, fanzinlerde ve kişisel blogunda sürdürdüğü şiir serüvenini ilk kitabı ‘Anmadan Olmaz Düğün Çiçeklerini’ ile okuruyla buluşturan şair Neslihan Altun, şiir yolculuğuyla ilgili sorularımızı cevapladı.

Bir öğretmenle karşı karşıyayız aynı zamanda, bize kendini tanıtabilir misin ve şiir hikâyen nasıl başladı? Neler etkiledi?
Artvinliyim. 35 yaşındayım ve evet, 15 yıldır Türkçe öğretmenliği yapıyorum. Ailemde ‘âşıklık’ geleneği ile temas halinde kişiler olduğu için okuduğum ilk şiirler halk şiirleri oldu. Bu şiirleri hâlâ çok severek okurum. Halk şiiri formundan oldukça uzak şiirler yazıyorum ama yazarken bir ritim, bir ses uyumu aramam sanırım bu nedenledir. Bazen iki dize arasında hece sayısı yönünden uyum yakalamak için, eklemeler-çıkarmalar yaptığım oluyor hatta. Halk şiiri ile yetişmem, şiirimin fazla ‘serbetleşmesine’ izin vermiyor da diyebilirim ve bundan memnunum.

Şairleri kuşaklarıyla konumlandırmak bir âdet. Bu durumun ‘90’lardan sonra epey zayıfladığı aşikâr. Yine de ortada bir 2010’lar kuşağı var, önceki kuşaklarından belki de daha belirgin bir toplam bu. Kendini bu küme içinde nasıl tanımlarsın?
Açıkçası üzerine çok düşünüp kafa yorduğum bir mesele değil kuşak meselesi. Zamansal olarak bu kuşağa denk gelmiş olmam dışında, bir bağım olup olmadığı konusunda net bir bir şey söyleyeyem. Bu durumun değerlendirmesi henüz içindeyken değil de birkaç on yıl sonra daha sağlıklı bir şekilde yapılabilir belki.

Şiirine bakınca baştan sona sağlam, tutarlı bir mesaja sahip politik bir akış görüyorum. Bu noktada kadınlar ve ezilenler adına şiirinde baskın bir nokta var mı?
Dünyayı diyalektik materyalist bir perspektiften okumaya çalışan bir feministim. İradem bu yönde. Dünyayı bu iki temel perspektifle ele alıp yorumlayan, gerek bireysel olarak sözünü söylemiş gerek kitlelerle sesini yükseltmiş ve yükseltmeye devam eden biri olduğum için, bunun ürettiklerime yansıması doğal ve kaçınılmaz. Dış dünyayla, toplumsal hakikatle bağını yitirmemiş, deneyden beslenen, insanın maddi koşullarıyla ve tarihsellik içindeki konumuyla biçim kazanmış bir şiirden uzaklaşmak, istesem de yapamayacağım bir şey.

Marksist sanat eleştirisi kuramları, kabaca, sanat ürünlerine toplumsal bir vesika olma vazifesi yükler. Kendi adıma sanatın kasıtlı toplumsal bir yönü olması gerektiğini düşünmüyorum, çünkü böyle bir kasıtla ortaya konulmamış sanat ürünleri de doğası gereği tarihî bir durumu belgelemekten kaçamaz zaten. İçe dönük, son derece şahsi çağrışımlarla örülmüş şiir yönelimine eğilen birkaç kuşak sonraki araştırmacılar, bu eğilimi, günümüz neoliberal çarkları içindeki insanın kendi varoluşuna yabancılaşması şeklinde okuduklarında -kuşkusuz okuyacaklardır-, toplumsallıktan kaçmaya çalışan şiir de yine toplumsallık içindeki gösterge vazifesini yerine getirmiş olacak. Bu kaçınılmazlık ekseninde düşününce, sanatın toplumsal bir vesika vazifesinden kopabilmesi mümkün değil.

Şiirlerimin politik yönü yukarıda bahsettiğim ‘kaçınılmazlık’tan kaynaklanmıyor, bu politik yön benim şiirlerimde kastidir. ‘Kurtuluş Üçlemesi’ndeki şiirlerim kadın mücadelesiyle, ‘Alışma’ ve ‘Şeker Uykusu’ şiirlerim ise, okuyanın çok fazla kafa yormadan anlayabileceği üzere, ezilenler ve emekçilerle doğrudan ilgilidir. Bu şiirlerimde, diğer şiirlerime nazaran daha açık bir anlatım tercih ettim çünkü bir şey söylemeye çalışan şiirlerdir. Şiirlerimdeki tutarlı politik akışı görmüş olman da benim açımdan sevindirici.