Türkiye’de linç girişimlerinden dolayı gerçekten cezalandırılan birilerinin olmaması bile bu meselenin ciddiye alınması için başlı başına yeterlidir.

Ortalık çok karışık sevgilim, bi’çay doldur da içelim!

> POLAT S. ALPMAN

Klişelerin cenneti olan bu güzide topraklarda yaşayan bir kısım insanların, bir anlık linç histerisine kapıldığını zannedenler var. Sanki bu linç girişimleri, memleketin olağan halet-i ruhiyesinin bir parçası değil de birden, bir anda, hiç beklenmedik bir zamanda ortaya çıkan ve kendi halinde yaşayan standart yurdum insanlarının bir anlık cinnet nöbetiymiş gibi... Sanki bu linç gösterileri, bu güzide toprakların dokusuna nüfuz eden bir kültürel kod ve hatta bir yönetme-yönlendirme işi, kamuoyu oluşturma hamlesi değil de münferit (ki bu kelimeyi iyi biliriz) ve milli-manevi hassasiyetleri toplumun kahir ekseriyetinden çok daha yüksek olan bir kısım insanların kontrol edemedikleri duygularının, linç davranışı olarak dışarı çıkmasıymış gibi... Her linç gösterisinden sonra olduğu gibi son zamanlarda yaşanan linç gösterilerini de böyle kabul etmemizi teklif edenler var. Hatta bu teklife “aman, arkadaşlar, dikkat edelim, abartmayalım” türünden uyarılar da eklenmiyor değil. Peki, tamam, böyle kabul edelim.

Ne de olsa “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” ve koca bir linç tarihimizin bu topluma ettiği fenalıkları unutmak “milli birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde” fena halde gereklidir. Lakin ilm-i içtimaiyat –bu güzide topraklara batının ilmini değil kültürünü alıp geldiğinden olsa gerek- bunun pek mümkün olmadığını, linç eden mütehakkim kütle unutsa bile –ki onlar da unutmuyorlar- linç edilenler için bunun pek mümkün olmadığını vaz ediyor. Bu nedenle linç gibi aleni ve provokatif bir kalkışma, galeyana gelmiş 3-5 tane toplum ve kamu düşmanını gözaltına alıp 3-5 gün sonra salıvermek ile ortadan kalkmaz. Kaldı ki haksızlığa uğrayanların örselenen güvenlerini ve incinen haysiyetlerini onlara iade etmeden, acılarını ve kederlerini fark ettiğimizi onlara doğru düzgün bir biçimde göstermeden bu linç kültürüyle hesaplaşmak hiç mümkün değil. Kocaman kravatlı adamların ekranlarda ve gazete köşelerinde “yahu gençler biraz nümayiş yapmışlar, abartmayalım”, “birkaç istenemeyen hadise vuku bulmuş ama Allah’tan can kaybı yok” türü zırvalamaları ise linç eylemini ve linç edenleri meşrulaştırdığı gibi linçe maruz kalanları töhmet altında bırakan ve onlara parmak sallayarak “akıllı olun, yoksa...” demekten başka bir anlama gelmiyor.
‘Analiz kasma’ya gerek yok, Türkiye’de siyasal sıkışmaların kısa vadeli granül lavabo açacağıdır linç. Kendini, kamusal sembollere sığınarak meşrulaştırmaya çalışırken bile toplum düşmanıdır. Geleneksel devlet aklının “şaibeli” bellediği her kesimin tepesinde sallanan bu hassasiyet gerilimi, siyasal tıkanma zamanlarında bir anda ortaya çıkıverir. (Hadi 1915 “sayılmaz” diyelim ama) Adnan Menderes iktidarının en fiyakalı zamanlarında yaşanan ve Kıbrıs meselesindeki tıkanma nedeniyle bizzat devlet eliyle organize edilen 6-7 Eylül (1955) hadiseleri bunun Cumhuriyet tarihindeki en trajik manzaralarından biridir. Dışardaki krizi içerde kriz yaratarak aşmak, içerdeki krizi dışardaki krizi süreklileştirmek için kullanmak... ve bütün bunları, “hassas vatandaşların” kendilerinden olmayanları katletmek için hücum etmelerine neden olan, bir hayli tuhaf, milli-manevi hassasiyetleriyle açıklamak, memleketi yönetenlerin rutin resmi söyleminin bir parçasıdır. Bilmediğimiz şeyler değil bazı mahallelerin, bazı geceler, acı siren ve bet anons sesleriyle sarsıldığı. Bilmediğimiz şeyler değil Alevilerin, Kürtlerin ve diğerlerinin her daim linç edilmeye müsait yurdum insanları olduğu. Linç edenler kadar, linç edilenler de her an, herhangi bir zaman ve yerde, ansızın kimliğinin kurbanı olabileceğini biliyor. Milli-manevi duyguları yoğun olan hassas vatandaşlar, ellerinde bayrak, dillerinde “Ya Allah, Bismillah, Allah-u Ekber” ve gönüllerindeki sarsılmaz iman ile bir anda bir başkasının felaketi olan “hassasiyetlerini” ortaya bıraktıktan sonra, ortaya bırakılan bu “hassasiyetlerin” siyasi sorumluluğunu taşıması gerekenler ise yarım ağız, yalapşap ve “hadi kapatalım bu meseleyi” türünden talimatlarla, yaşanan trajedilerin herkes tarafından unutulmasını ve hiç yaşanmamış gibi davranılmasını istiyorlar.

Türkiye’de linç eylemlerinden dolayı gerçekten cezalandırılan birilerinin olmaması bile bu meselenin ciddiye alınması için başlı başına yeterlidir. Bu ülkenin eşit ve özgür vatandaşı olduğu sürekli hatırlatılan ancak linç edilmesi gayet olağan kabul edilen toplumsal kesimlerin, yani Alevilerin, Kürtlerin, solcuların, Müslüman olmayan vatandaşların (ve vatandaş bile olamayıp bu güzide topraklardan kaçmak için canını dişine takan) Suriyeli mültecilerin ve diğerlerinin, milli-manevi hisselerin ve hassasiyetlerin arkasına saklanarak yaratılan cehennemden kurtulmaları ise her zaman mümkün olmuyor. Kıvılcım parlıyor, ateş harlıyor ve hararetinin sönmesi için usulen yapılan “sağduyu çağrısı” bile zımnen, linçe uğrayanları, linçe uğramalarından dolayı sorumlu tutuyor. Bir mekanizma olarak çalışıyor linç. Düzensiz tekrarı, frekansı ve şiddet düzeyi var. Zaman zaman, yeri geldikçe, bazı herifler uygun gördükçe ortaya çıkıyor ve yine aynı mekanizma yoluyla yuvasına geri çekiliyor. “Hassas vatandaşlar”ın savunmasız ve çoğu zaman hazırlıksız insanlara karşı gösterdiği hassasiyet ritüelinin bitmesiyle birlikte linçe uğrayanlar “normal” yaşamlarına geri dönmeye çalışıyor. Yeniden bayraklar, sembolik el-kol işaretleri, tekbirler ve tehditler ortaya çıkana ve unutmaya çalıştıkları hatıralar yeniden hortlayana kadar geçici bir durgunluk dönemine giriliyor.

Dağlıca ve Iğdır’dan gelen şehit haberlerinden sonra “Geleneksel Kürt Vurma Şenliği” gibi bir parodi halinde yaşanan son olaylar, bu linç mekaniğinin, bu güzide topraklardaki yerinin hala sağlam olduğunu gösterdi. Taşranın yağız delikanlılarının “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez” diye bağırarak saldırdıkları yüzlerce HDP binasından sonra ve sırasında bu ülkenin yurttaşlarına yönelmeleri ve onlara mazide kaldığı zannedilen “Madımak” katliamını hatırlatmalarına ne demeli? Evet, Madımak... Sivas’tan çok uzakta ve çok çocuk gözlerle izlediğim bu katliamı, aradan geçen onca yıla rağmen bir tehdit olarak kullanılması bile linç kültürünün getirdiği hafızayı ve hatıraları göstermesi bakımından “kör göze parmak” denecek kadar manidar.

Bu nedenle eline bayrağı alıp onu bu ülkenin eşit ve özgür yurttaşlarına karşı bir silah olarak kullanmaya kalkışanların sadece milli ve manevi duyguları kabarık “hassas vatandaşlar” olarak kabul edilmesini, birilerinin hassasiyetlerinin başka birilerinin cehennemine dönüşmesini reddeden bir üslup, söylem ve politika talebimiz var. Bu nedenle ortalığın karıştığı ya da karıştırıldığı her dönemde bizi evde oturup çay içmeye davet eden, etliye sütlüye karışmamamız ve dahası siyasete bulaşmamamız gerektiğini söyleyen geleneksel kültürümüzle hesaplaşmaya ihtiyacımız var. Ve bu nedenle, sıradaki yangının bizim evimizde çıkmaması için, hiç kimsesinin evinin yakılmayacağının garanti altına alındığı bir ülke hayal etmeye hakkımız var.

Çünkü seni sokan yılan, biliyorum, bir gün beni de sokacak!