Köşe yazmak: İdeolojik olarak da sorunlu bir yazıcılık eylemi. Bir yerden, bir ‘mevki’den, bir konumdan söz almak, güç almak. Beklendiğini bilmek, bazen bunu hissettirmek, buna uygun...

Köşe yazmak: İdeolojik olarak da sorunlu bir yazıcılık eylemi. Bir yerden, bir ‘mevki’den, bir konumdan söz almak, güç almak. Beklendiğini bilmek, bazen bunu hissettirmek, buna uygun davranış kalıplarını benimsemek. Ve en korkuncu da, bunu neredeyse bir ‘jest’e dönüştürme hali. ‘Jest’ nedir görmemişin bunu bir ‘jest’ sanması hali elbette. Oğuz Atay’ın ‘Ben buradayım ey okur, sen neredesin?’ demesinden tamamen farklı bir hal bu. Onunki halsizlikse bunlarınki evet, bir hal. Mutlaka yazacak bir şey bulmak. Bulunur, icat edilir, olmadı bunun üstüne yazılır zaman zaman da. Bu köşe benim köşem, başkasıyla karıştırma, ben artık bir markayım,işte bu da alameti farikam! Reklam çağında solcu köşe yazarının solcu olmayandan farkı kalmış mıdır, bilmiyorum ama, muhtemelen onlarda olmayan şey, bizimkilerin marka yönetimine acayip ram olduklarıdır. Bir de itibar yönetimi var ama bilmem ki bundan haberleri var mı bizimkilerin? Bu da zaten genellikle bir ‘itibar’ filan kalmayınca akla geliyor, lazım oluyor, ee o zaman da haliyle vakit biraz geç oluyor! En çok da ‘bizim mahalle’ dediğimiz yerden ve yakın çevresinden söz ediyorum, oradaki şaşırtıcı, akıl almaz, pes dedirtecek kibirden ve hal böyle olunca da, sahiden ‘bizim mahalle’ dediğimiz yer burası mı diye düşünüyorum, aynı mahalleden miyiz yoksa böyle bir yanılgı içinde miyiz? Yoksa hiçbir zaman böyle bir ‘mahalle’ var olmadı mı? Biz o mahallede hiç bulunmadık mı? Bulunduksa bunlar kim? Sözüm kendini açıkca ‘liberal’ olarak filan konumlayanlara değil: Sözüm ona özgürlükçü, demokrat, sosyalist olduğunu beyan ve iddia eden köşe yazarlarına. Yoksa herhalde Türkbükü’nde ay mehtabını seyredip bir kadeh Shiraz şarabı içeceğini ya da Cahide’de dj’lik yapıp felekten bir gece çaldığını yazanlara filan değil, onları ‘saymıyoruz’ zaten. ‘Bizimkiler’den konuşuyoruz: Yazılarından taşan ‘ben’leri ve kişisel hırsları, solla, solun değerleriyle çatışırken, köşelerine tırnaklarını geçirmiş bir halde, kan revan içinde, sık sık sağa sola saldırıp kavga çıkaran, bundan mevzu çıkaranların yazdıklarına ‘yazı’ demek mümkün mü? Onları besleyen, güdüleyen, kışkırtan, içlerini acıtan, yazmalarını zorunlu kılan şeye ‘vicdan’ demek mümkün mü? Belki bir zamanlar öyleydi, ama şimdi bu yalnızca bir oyun ve yazı da onlar için yalnızca bir fantaziden ibaret! Başka bir ad, tanım bulmak gerekiyor bu ‘yazı’ türüne. Köşe yazısı demek bile çok ‘edebi’ kalıyor o sayıklamaların, saldırganlıkların yanında. Korkunç demeyelim, gülünç de demeyelim, ama hayli üzücü bir durum olduğunu da mutlaka belirtelim. Bütün bunlar ‘kibir’dendir, büyüklenmenin insanı da, yazarı da, yazıyı da nasıl küçültebildiğine dair örneklerdir. Bu duruma, çok yazanların sık sık başına gelen ne yazacağını bilememe hali ve bunu da yazılarında bir ‘samimiyet’ gibi itiraf etmeleri de dahildir. Buna, söz konusu bilememe halinin yol açtığı sıkıntıyla artan saldırganlık, hıncını başka köşe yazarlarından çıkarma gibi hastalıklı durumlar da dahildir. Sanırsınız ki bunlardan bazıları da ‘yeni’ Sevim Burak, onun gibi yazdığını sanan, bilinçaltını serbest bırakmış, serbest çağrışımlarını olduğu gibi döktüren yazarlar var. Pek ‘hisli’ ve ‘edebi’ yazan, aynı zamanda da pek ‘politik’ takılan, yakında kendisine bir nev’i ‘vicdan annesi’ unvanı layık görülecek ya da ‘bilge ana’lık bahşedilecek kimi yazıcılar da var ki, onlarda da bir tür ‘ben söylemiştim, artık yoruldum söylemekten’ hali ve pişmanlığının yanı sıra ‘her şey boş’ nihilizmine eşlik eden bir de Cesare Pavese hali var:’Söz bitti. Artık eylem.’ Yazdıklarına, hatta yazmadıklarına bakarsanız bu noktaya gelinmiş gelinmesine de, hala köşe de yerinde, söz de, kibir de, elbette artık el çenede mi olur, yüz avuç içinde mi, yoksa benim gibi sakalıyla halvet halinde mi, o yarı hüzünlü, yarı dalgın, eh biraz da süzgün ve baygın, ama her daim umut vaadeden fotoğrafsa her şeyin üstünde. Sizi bilmem ama ben buna ‘Ortodoks Kibri’ diyorum arkadaşlar. Ece Ayhan’ın resmi ve düzen yanlısı şairler için geliştirdiği ‘sünni şairler’ nitelemesinden mülhem bir benzetme bu. Bu köşe yazarlarının aslında ‘Batıni’ (heteredoks) olduklarını düşünebilirsiniz, hala aynı mahalleden olduğumuz varsayılırsa, elhak öyledir de, lakin o kibir kimden devralanmıştır? Batini olmakla da solcu olmakla da ilgisi olmayan bu kibir, Ortodoks kibridir, devletli kibridir, iktidar kibridir. Yazıyla iktidar, hele köşe yazısıyla, hem yazının hem okurun üzerinde sürekli bir iktidar, ki bundan kurtulmak da, yazıyı ve okuru kurtarmak da yine köşe yazarına düşüyor. Yazı da bazen yazarın kışlası, hapisanesi olabilir. İktidar her zaman saraya götürmez ya insanı, bazen de tutsağı olduğu böyle bir yalnızlığa, yalnızlık hücresine de sürükleyebilir, ola ki bazıları da bunun verdiği o tatlı başdönmesiyle,o tuhaf esriklik duygusuyla, kendini ve yakın çevresini ‘yalnızlık burcu’nun seyrek üyelerinden bile sayabilir! O hapisaneler ki, kibir hücrelerinden başka bir şey değildir. Oradan çıkmanın yolu köşeden kurtulmakla başlayabilir. İnsan böylece farkına varmadan, yazı gibi aslında masum bir eylemin sonunda, düştüğü/çıktığı iktidar katını sessizce terkedebilir, kıskançlıklardan, çekişmelerden, küfürleşmelerden, kavgalardan, kabalıklardan, imalardan, hasetlerden kendini ve yazısını koruyabilir, sözüne değilse de ‘öz’üne dönebilir, kimbilir belki de ‘öz’üne dönmek için bunca ‘söz’ün yükünden kurtulmak, ‘söz’ün ağırlığını atmak gerekir. Fakat galiba en iyisi, en hayırlısı da köşeci de olsa ‘yazar’ı bu ‘ortodoks kibri’nden kurtarır ki, yalnızca bunun için bile değer bu eyleme. Hem de Ağustos tam zamanı, her şey, herkes tatile girerken, kimse farkına varmaz bile! Köşelerden kurtulalım, kendimizi de kurtaralım yazıyı da, okuru da, köşeleri hızla boşaltalım arkadaşlar! Burası köşe sayılır mı, ben köşe yazarı mıyım bilmiyorum ama, ben bile düşünüyorum bunu: Ne köşe, ne kibir!