İngiltere ve ABD, 1979-1980 kavşağından itibaren neoliberal birikim modelini benimseyip bunu tüm dünyaya dayatmaya girişeceklerdir. Dolayısıyla, 1944’ün Bretton Woods Anlaşması’nın yerini yeni bir uzlaşının almasının hazırlıkları 1980’ler boyunca sürecektir.

Ortodoks mu olsun, heteredoks mu?

OĞUZ OYAN

Sözcükler Yunanca’dan geliyor. “Hetere” farklı anlamında; “doks/doksa” da öğreti, düşünce anlamında. “Ortodoks” ise “doğru öğreti” anlamında. Din ayrışmasında Ortodokslar, her eleştirel/aykırı düşünceye sahip olanları (aslında ana öğretiden ayrılmasalar da) “Heteredoks” olarak dışlamaya eğilimli olmuşlardır. Böyle yaftalananların bir bölümü ise genellikle bu yakıştırmayı kabullenmeyip asıl Ortodoksların kendileri olduğunu iddia etmişlerdir.

Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin bundan böyle “heteredoks” politikaların benimseneceği iddiasından sonra bu kavramlar günlük kullanıma da taşınmış oldu. Dolayısıyla bu konuya girmemiz farz oldu.

Bugünkü Ortodoksluğun temeli

Sözcüğün sosyal bilimlerde, özellikle de iktisat alanında kullanımı ise dönemine göre farklı içerikler alabilmiştir. Neoliberal politikaların egemen olduğu 1980 sonrasındaki dönem açısından bakarsak, asıl eğilimin ortodoks politikalar yönünde olduğu görülecektir. 1971’de ABD Doları’nın altına konvertibilitesinin son bulmasından 1982 borç krizine kadar giden dönem, artık sermaye açısından Keynesyen politikaların birikim sorunlarına çare olamadığı bir dönemdir. İngiltere ve ABD, 1979-1980 kavşağından itibaren neoliberal birikim modelini benimseyip bunu tüm dünyaya dayatmaya girişeceklerdir. Dolayısıyla, 1944’ün Bretton Woods Anlaşması’nın yerini yeni bir uzlaşının (consensus) almasının hazırlıkları 1980’ler boyunca sürecektir. ABD Hazine Bakanlığı’nın Kasım 1989’da düzenlediği bir konferansta, konferansın düzenleyicisi iktisatçı John Williamson Washington Uzlaşısı adını verdiği 10 ilkeyi sıralar ve bunlar hızla sistemin amentüsü haline dönüşür:

Maliye politikalarında disiplin; kamu açıklarının, enflasyon vergisine yol açmaması;

Kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması (eğitim, sağlık, altyapıya odaklanılması);

Vergi reformu (Arz Yönlü İktisat doğrultusunda gelir vergisi oranlarının düşürülmesi);

Faiz oranlarının piyasaya bırakılması; pozitif reel faizler ve enflasyonun kontrolü,

Döviz kurlarının ihracatı teşvik edecek ölçüde rekabetçi hale getirilmesi;

Dış ticaretin serbestleştirilmesi;

Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve doğrudan yabancı yatırımların önünün açılması;

Kamu ekonomik girişimlerinin (KİT’lerin) özelleştirilmesi;

Rekabeti engelleyici kuralların ve sübvansiyonların kaldırılması (deregülasyon);

Mülkiyet haklarının güvenceye alınması.

Görüldüğü gibi, ortodoks neoliberal yaklaşımın paydasını oluşturan bu ilkeler aslında üç temel alanda yoğunlaşmaktadır: İçerde kamu mali disiplini; içerde liberalizasyon ve piyasacı yaklaşım; uluslararası ilişkilerde ise dışa açılma (ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi) politikalarına uyum. Bunlar 1980 sonrasındaki üçüncü küreselleşme dalgasının da ortak paydasıdır.

G-8 ülkeleri, ABD Hazine Bakanlığı, IMF, DB ve DTÖ dünyaya artık bu politikaları dayatacaklardır. Gerçi erken bir provası 1970’lerde Şili’de yapılmış, 24 Ocak 1980 Kararları ile Türkiye’ye de dayatılmıştır. O kadar ki, 1989’un Washington Uzlaşısı kurallarının pek çoğunu Türkiye 1980’de benimseyecektir. 1989’da Özal’ın sermaye hareketlerini serbestleştirme kararı da Washington Uzlaşısı’na en hızlı uyum örneğini oluşturacaktır. IMF ve DB’nin standart programları buradan itibaren bu ortodoks kurallara göre belirlenecektir. Merkez ülkelerin sermayesine sınırsız genişleme/ değerlenme olanakları sunulacaktır.

Bu kurallarla uyumlu biçimde ama aynı zamanda Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği’nin hazırlığı çerçevesinde Avrupa Ekonomik Topluluğu da (daha sonra AB) 1991 sonunda Avrupa Yakınsama Kriterleri’ni (Maastricht Kriterleri’ni) imzalayacak ve 1993’ten itibaren de yürürlüğe sokacaktır. İlan edilen beş kriterden üçü, Para Birliği’nin sürdürülebilmesi bakımından hâlâ önemlerini koruyacaktır:

En düşük enflasyon oranına sahip üç üye ülkenin yıllık enflasyon ortalamaları diğer üye ülkeler tarafından en çok 1,5 puan kadar aşılabilecektir;

Her bir üye ülkenin devlet borçları/GSYH oranı yüzde 60’ın altında olacaktır;

Her bir üye ülkenin bütçe açığı/GSYH oranı yüzde 3’ün altında kalacaktır.

Bu ortodoks kurallar aslında bir “ekonomik anayasa” çerçevesinin de çizilmesi anlamındadır ve bu yönde AB Komisyonu’nun başka girişimleri de olacaktır.

İkinci nesil Washington uzlaşısı

1990’ların ortalarından itibaren ise çevre ülkelerinde çok sayıda finansal/ekonomik krizin eşlik ettiği bir süreçte (1994: Meksika-Türkiye; 1997: Asya; 1998: Rusya-Brezilya; 1999: Arjantin-Türkiye), Washington Uzlaşısı’na dönük eleştiriler artacak, çevre ülkelerini finansal sistemin atakları karşısında savunmasız bırakan ilkeler gözden düşecek ve yeni bir uzlaşının temelleri ufukta gözükecektir. 1999’da Köln’de imzalanan Bretton Woods II veya Post-Washington Uzlaşısı veya İkinci Nesil Washington Uzlaşısı da denilen bu “Yeni Uluslararası Finansal Mimari”, benimsenen önceki ilkeleri yeni dönemin koşullarına uyarlamak üzere daha kurumsalcı bir temelde hazırlanacaktır.

Değişiklikler vardır ama asıl yöneliş ortodoks politikaların ideolojik zarfının yenilenmesi doğrultusundadır. Bu çerçevede, devlet ile piyasanın birbirinin karşıtı değil tamamlayıcısı olduğu, dolayısıyla piyasa aktörleri (sermaye) ile kamu yönetimi arasında “yönetişim” (ortaklaşa yönetim) anlayışının egemen kılınması gerektiği; daha fazla yapısal reforma ve serbestleştirmenin sürdürülmesine ihtiyaç olduğu ama DTÖ anlaşmalarına da uyulması gerektiği; kurumların siyasi kararlardan bağımsız kılınması gerektiği (bağımsız veya özerk kurullar); özellikle de merkez bankalarının bu bağımsızlığı mutlaka kazanmaları gerektiği; resmen veya fiilen bir “Para Kurulu”na dayalı bir anti-enflasyonist politikanın (enflasyon hedeflemesinin) benimsenmesi gerektiği; sabit olmayan bir döviz kuru rejimi ile esnek işgücü piyasalarının da bu yapının olmazsa olmazları arasında bulunduğu gibi yaklaşımlar sistemin yapısal ve kurumsal zemininin oluşturulmasını hedefleyecektir. Yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı politikalar, sosyal güvenlik ağlarının oluşturulması (elbette piyasalaştırma çerçevesinde) ve bunlara benzer “sosyal devlet sosları” da bu ikinci nesil neoliberal ilkelere işlenecektir. Türkiye, 2000 yılında başlayan IMF programıyla gene bu yeni “uzlaşı”nın öncülerinden olacaktır.

Siyasetçi, üst kademe kamu yöneticisi ile sermayeyi “yönetişim” altında buluşturan bu yeni uzlaşı aslında bir dizi yeniden-düzenlemeyi (re-regülasyonu) da gerektirecektir. 1980’lerde devletin boyutlarını küçültmeye odaklanmış yaklaşım, 1990 sonlarında artık devletin yönlendiriciliğine dönüşmüştür. Birinci ve ikinci nesil Washington Uzlaşısı ilkeleri de -zamanın ruhuna göre esnekliklere açık olsalar ve bazı bakımlardan birbirlerinden farklılaşsalar da- özünde farklı değillerdir. Bu ortak öz, sermayeye sınırsız sömürü olanakları sunan neoliberal düzendir.

2008 krizinden sonraki zorunlu değişimler de yönelişin ana doğrultusunu değiştirecek değildir. Oysa herşey neoliberal dogmaların dışına çıkışın artık zorunlu hale geldiğini göstermektedir. Ama heteredoks politikaların tartışılma eşiğine gelinmiş olsa da, emek eksenli hareketlerin siyasete ağırlığını koyamadığı bir ortamda, sermaye düzeni aşırı finansallaşma sorununu bile yeniden üretmekten başka bir şey yapmayacaktır.

Heteredoks politikaların zamanı mı?

Heteredoks politikalar ortodoks politikaların önemli ölçüde dışına çıkan programları kastetmektedir. Ama hemen altını çizelim: Salt faizleri yüksek veya düşük tutarak ortodoks veya heteredoks politikalar arasında geçiş yapılamaz. Sınırları tam belli olmasa da heteredoks politikaların da içsel bütünlüğü olan programlardan oluştuğunun varsayılması gerekir. Bu anlamda bu tür programlar, neoklasik/neoliberal programların belirli ölçülerde dışına çıkabilen kamucu/sosyal devlet ağırlıklı post-keynezyen veya yapısalcı kalıplar alabilirler.

Şunu da eklemek gerekir: Ağır dış borç yükü altındaki dışa açık (ve dışa aşırı bağımlı) çevre ekonomilerinde, sermaye hareketlerinin kontrolünü, kambiyo kontrollerini, büyük olasılıkla da dış borçların dondurulmasını/yeniden yapılandırılmasını/konsolidasyonunu içermeden Ortodoks politikaların dışına çıkılabilmesi mümkün olamaz. Bu anlamda heteredoks politikalar, birinci ve ikinci nesil Washington Uzlaşısı kurallarının yani kapitalist dünyanın hegemonik güçlerinin koyduğu uluslararası kuralların dışına çıkmak demektir. O zaman heteredoks bir program çerçevesinde dezenflasyonist bir istikrar programına girişilirken elbette “enflasyon hedeflemesi” (yüksek reel pozitif faizler) gibi uygulamalara da yer olmayacaktır. Enflasyona, mal ve emek piyasalarında piyasa dışı araçlarla müdahaleler de gündeme gelebilecektir. Her durumda devlet daha görünür ve daha yönlendirici bir konumda olacaktır.

Yukarıda, 2008/2009 krizinde gelişmiş ülkeler açısından dahi heteredoks politikalar eşiğine gelindiğinden söz etmiştik. Bu tür politikalar Arjantin gibi “gelişmekte olan ülkeler” kategorisinde daha önceden gündeme gelmiş ve başlangıçta (dış borçların üçte ikisinin silinmesi gibi radikal önlemler) başarıyla da uygulanmıştır. Ancak alacaklı ülkeler grubunu temsil eden emperyalist blokun rövanşist yöntemleri ve borçlu ülkede mali emperyalizmin güdümündeki siyasetçileri iktidara taşımaları nedeniyle uzun erimde başarısız olmuştur. Ama hep böyle olacak diye bir kural yoktur. Bütün mesele ülke içinde sağlam bir toplumsal desteğin ve kararlı bir siyasi iradenin sağlanabilmiş olmasıdır.

Kamuoyuna çok yansımamış olsa da heteredoks politikalar ele aldığımız dönemde Türkiye’de de iki kez tartışılmıştı. Bunlardan birincisi, ANAP döneminden çıkışta 1989-91 döneminde SHP içinde bir “Anti-Enflasyonist İstikrar Programı” hazırlanırken gündeme gelmişti. İkincisi de 10 yıl sonra Türkiye’nin büyük bir iç ve dış borç yüküyle girdiği bunalımda oldu. Hatta IMF programının yol açtığı 2001 krizi, bu tartışmaların dış borçların konsolidasyonu üzerine yoğunlaştırılmasına neden oldu.

ortodoks-mu-olsun-heteredoks-mu-968542-1.
Heterodoks ve ortodoks ekonomi politikaları tartışmasını açan Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati.



Peki, AKP’den heteredoks politika çıkar mı?

AKP’nin özelliği salt bir sistem partisi olmak değildir; o aynı zamanda 2002’de artık çökmüş bulunan sistem partilerinin yerine neoliberalizm bayrağını -din motiflerini de kullanarak- yeniden göndere dikme görevi verilmiş bir partinin adıdır. Bunu da uzun süre “başarıyla” yerine getirmiştir. İçerde kendi dinci-faşizan iktidarını dokunulmaz kılmanın bir “bedeli” olarak ortodoks düzenlemelerde ifrata bile gitmiş, ülke varlıklarının iç ve dış sermaye tarafından yağmalanmasına, ilk dönemlerinde çok yüksek pozitif reel faizler üzerinden ülke kaynaklarının dışa kanamasına yol açmıştır.

Bu uygulamalar, AKP ile emperyalizmin siyasi çıkarlarının (Cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı reflekslerin etkisizleştirilmesi) kesişmesiyle de uzun süre sorunsuz yürümüştür. AKP, 2013 yılına kadar ülke kaynaklarının savrulması pahasına bu çarpık birikim modeli üzerinde yükselmişken, daha sonra hem dış hem iç (özelleştirme) kaynaklardaki daralmalar, hem hanehalkından şirketlere kadar giden borç temelli büyümede tıkanmalar, hem de iç ve dış koalisyonlarındaki çatlamalar nedeniyle, ekonomik ve siyasi düzlemlerde gerileyen bir çizgiye oturmuştur.

Temmuz 2018’de “başkancı rejim”e geçişle birlikte bu yalpalamalara artık çok ciddi yönetim sorunları da eşlik etmeye başlayacaktır. Ortodoks politikalara sadece pozitif reel faizlere (enflasyon hedeflemesine) cephe alarak karşı çıkmaya çalışan ve bunu meşrulaştırmak için dini referanslara başvurmayı bir sığınak olarak gören, ancak döviz krizleri kontrolden çıkınca (2018 ve 2020 sonbaharlarında olduğu gibi) yeniden enflasyon hedeflemesine dönüş yapan bu politikalardan bir heteredoks program çıkarma şansının bulunduğu söylenemez. Üstelik sadece reel negatif faizler üzerinden döviz kurlarını kışkırtarak, yani salt “rekabetçi” kura dayanarak cari açıkları kalıcı bir biçimde küçültmeyi ve ekonomiyi büyüme patikasına sokmayı başaramaz. İçerdeki tasarruf açığını büyütmeyi ve dolarizasyona kaçışı önleyemez. Faizleri düşürürken kurları kontrol edebilmenin bir ödünü olarak sunmak zorunda kaldığı Kur Korumalı Mevduat gibi yüksek bedelli araçlarla dahi (önceki bedel, rezervleri eritmekti) sorunları çözemez.

Bir yandan bugün bile asıl başarılı dönemi olarak gösterdiği 2013 öncesiyle övünürken, öbür yandan o dönemdeki faiz politikasının bugün tam tersini savunarak tutarlı bir program inşa edemez. Kaldı ki 2020-2021’in pandemi koşullarında bile, geniş kitleler bakımından ortodoks yani sıkı maliye politikaları uygulamayı başaran ender siyasi iktidarlardan biri olmuşken.

Sonuç olarak, sermaye hareketlerini kontrol etmeyi gündemine alamayan, sermaye girişlerine muhtaçlığını çözemeyen, döviz rezervlerini tüketmiş ve ithalata aşırı bağımlı bir ekonomide, negatif reel faizler ancak ve ancak yüksek döviz kuru-yüksek enflasyon-dolarizasyon sarmalının sebebini oluşturabilir. Buradan alternatif (veya heteredoks) bir programa geçiş yapılamaz; sadece “şaşkın” gelgitler içine demir atılır. Dolayısıyla ancak “geçmiş olsun” denilebilir.

Ama bugünkü temel sorunumuz kredisini ve zamanını tüketmiş bir iktidarın tercihleri olmayabilir. Asıl sorunumuz sakın ortodoks politikalardan başka ufka sahip gözükmeyen muhalefet olmasın? Bu durumda emekçi sınıfların alternatif bir siyasal odak olarak sahneye çıkmasına olan ihtiyaç büyümektedir.