“Sibel” üzerine yazmayı bir yandan istemedim, bir yandan da yazma arzuma engel olamadım. Yazmak istemedim çünkü, sonuçta “iyi niyetli” bir çaba olduğunu inanıyorum. Yazmak istedim çünkü tam bir çorba olduğunu, “Mustang” ve sadece bir kere Adana Festivali’nde gösterilen “Dar Elbise” gibi oryantalist filmler kategorisine girdiğini düşünüyorum. “Dar Elbise”de benim de bir rolüm vardı, ama heyhat […]

Oryantalist bakış açısı: Sibel

“Sibel” üzerine yazmayı bir yandan istemedim, bir yandan da yazma arzuma engel olamadım. Yazmak istemedim çünkü, sonuçta “iyi niyetli” bir çaba olduğunu inanıyorum. Yazmak istedim çünkü tam bir çorba olduğunu, “Mustang” ve sadece bir kere Adana Festivali’nde gösterilen “Dar Elbise” gibi oryantalist filmler kategorisine girdiğini düşünüyorum. “Dar Elbise”de benim de bir rolüm vardı, ama heyhat film vizyona sokulamayacak kadar berbat bir oryantalizm ürünüydü. Bütün bu filmlerin ardında Türkiye’de yaşamayan yönetmenlerin ve/veya senaristlerin olması tesadüf değil. Ama Türkiye’de yaşamamak bir özür de değil. “Sibel” üzerine okuduğum en iyi yazıyı Variety yazarı Jay Weissberg yazdı. Aslında onun yazısını çevirip koymak da bir seçenek olabilir. Jay Weissberg, Türkiye’yi yakından izleyen ama burada yaşamayan ve adından da anlaşılabileceği gibi buralı olmayan bir eleştirmen.

“Sibel” filmine adını veren Sibel bir dilsiz. Bu sakatlığı (engeli) aslında onun iletişim kurmasına engel değil. Çünkü yaşadığı dağ köyünün ıslıkla iletişim kurmak gibi bir özelliği var. Dolayısıyla Sibel istediğini, istediği sözcüklerle ama ıslıkla seslendiriyor. Hal böyleyken, köyün kötücül kadınları Sibel’i, Amerikan filmlerinde görmeye alıştığımız bully’ler yani mahalle ya da okul kabadayıları gibi aşağılıyor ve dışlıyorlar. Gel de bu ortamın varlığına inan! Mesela Sibel bir kına gecesine gidiyor ama bütün kızlar çevresinde alaycı ve aşağılayıcı gülümsemeleriyle toplanıyor ve onu dışlıyorlar. Yapmayın Allah aşkına! Elbette Sibel’i, kendilerinden aşağıda görebilirler ama böyle bir tavır olası mı?!

Sibel’in sorunu kadın olduğu için erkek egemen bir dünyada ayakta kalmak değil, Sibel’in sorunu çalıştığı tarlanın sahibi (her kimse) ile değil, Sibel’in sorunu engelli (aslında o da gerçek bir engel sayılmaz) olduğu için kendisini aşağılayan diğer kadınlarla ve kendi kız kardeşiyle. “Sibel”i kimlikçi bakış açısına bile sokmak zor, sınıfsalı çoktan geçtik. Kadın kadının kurdudur, belki de filmin asıl mesajı. Sibel’in babasının kızını oldukça özgür yetiştirdiği de düşünülürse…

Sibel, dışlanmışlığından kurtulmak için dağda olduğuna inandığı ama kimseye bir zarar verdiği duyulmayan, dolayısıyla aslında var olmayan bir kurdu öldürmeye çalışıyor. Kurt bir şeyin metaforuysa, neyin metaforu olduğu belli değil. Bu sırada, dağda dolaşan bir erkekle karşılaşıyor. Vicdani retçi biri bu, belli ki şehirli. Askere gitmeyi reddediyor. Askere gitmeyi reddeden ya da askerden kaçan her Türk erkeği gibi dağlarda dolaşıyor! Yapmayın Allah aşkına! Var mı böyle bir şey? Herkes bilir ki, bir gün paralı askerlik çıkar, o gün kısa dönem askerliğini yapar, kurtulur. Ne yiyip, ne içeceği, nerede barınacağı belli olmayan dağlara tek başına çıkmaz. Ya da vicdani retçiyse de bunu politik bir tavra dönüştürür. Ama bu erkek PKK’den firar etmiş biri olarak çizilebilirdi, o zaman dağda olması anlamlı olurdu. O zaman da film yurtdışından ödüllerle dönemezdi. Özgürlük savaşçıları hiç firar eder mi?

Erkek yaralanınca, hemşire kadın-yaralı erkek klişesi başlar. Dağda derin yaralar dikilir, yaralı adam katiyen enfeksiyon kapmaz, kolayca iyileşir, Sibel ile kaçak sevişir, falan filan. Kadın erkek rollerine karşı çıkmak isteyen film, bir anda, bin yıllık sağaltan kadın, yaralı erkek kalıbına giriverir.

Dağda yaşayan bir de yaşlı, çatlak ve belli ki eski devlet tiyatrosu sanatçısı kadın vardır (böyle diyorum çünkü en kötü devlet tiyatrosu oyunculuğu görüyoruz). Kaçtığı erkek linç edilerek öldürülmüştür, onu beklemektedir.

Neyse lafı uzatmayayım. Sibel sonuçta kadınlara, konumlarınıza razı olmayın, baş kaldırın mesajı vermek isteyen bir film. Burası güzel. Ama çatışmasını kadınlarla diğer kadınlar üstüne kuruyor en temelde. Ve “özgürleştirici” mesaj o kadar tepeden inme, o kadar dışardan ve inandırıcı olmayan bir hikâye içinde veriliyor ki, teşekkür ederim almayayım demek lazım diye düşünüyorum. Denebilir ki, bu bir masal, önemli olan ne dediği. Pek öyle de değil. Film, gerçekçilikle masalsılık arasında ikna edici bir denge kuramıyor. Damla Sönmez dilsiz bir rolde olabileceği kadar iyi ama karakter inandırıcı değildi benim için. Genel olarak oyuncu yönetimini beğenmediğimi de ekleyeyim.